Son yıllarda herkesin ortak derdi olan yüksek dolar kuru, marketten pazara, giyimden elektroniğe kadar hayatın her alanını derinden etkiliyor. Özellikle son üç yılda dolar kurunun yaklaşık olarak %195 oranında artmasıyla birlikte hayatımızın her alanında hissedilen ekonomik baskı da katlanarak arttı. Bugün bir cep telefonundan bir çift ayakkabıya kadar pek çok ürünü satın almak, döviz kurundaki yükseliş nedeniyle her geçen gün daha da zorlaşıyor. Ülkemizin ithalat bağımlılığı oldukça yüksek; örneğin enerji tüketimimizin yaklaşık %70’ini dışarıdan ithal ediyoruz. Elektrik, doğal gaz ve petrol gibi temel enerji kaynaklarının fiyatları, döviz kurundaki yükseliş nedeniyle sürekli artıyor ve bu maliyetler üretimden tüketiciye kadar tüm zinciri etkileyerek hayatımızı pahalılaştırıyor.
Bunun yanı sıra sanayi üretimimizde kullandığımız hammaddelerin önemli bir bölümü de dışarıdan geliyor. Makine ve elektronik ekipmanlar gibi kritik sektörlerde dışa bağımlılık oranımız %80’leri buluyor. Bu durum, sanayi üretiminin ve dolayısıyla tüketiciye ulaşan nihai ürünlerin maliyetlerini sürekli olarak yukarı çekiyor. Her geçen gün daha fazla insan, hayat standartlarını koruyabilmek için bütçelerini yeniden gözden geçirmek zorunda kalıyor.
Öte yandan, doların düşük olması durumunda da ciddi problemlerle karşılaşılabilir. Çünkü ihracatçı firmalarımızın gelirlerinin büyük kısmı döviz cinsinden. Dolar kuru aşırı düşük tutulursa, bu kez ihracatçılarımızın rekabet gücü azalır, dış pazarlardaki varlıkları zayıflar ve sonuçta ülke ekonomisi zarara uğrar. Türkiye’nin ihracatı, ekonomimizin bel kemiğini oluşturuyor; yılda yaklaşık 250 milyar dolarlık bir ihracat hacmimiz var ve bu miktarın düşmesi, istihdamdan ekonomik büyümeye kadar birçok alanda negatif sonuçlar yaratabilir.
Burada asıl önemli olan, ithalat ve ihracat dengesini doğru kurabilmektir. İthal ettiğimiz ürün ve hizmetleri mümkün olduğunca azaltırken, dış pazarlara sunduğumuz ürünlerin çeşitliliğini ve kalitesini artırmamız gerekiyor. İhracatımız güçlü kalmalı, ancak ithalat bağımlılığımızı da azaltarak ekonomik dengemizi yeniden sağlamalıyız.
Peki, bunu nasıl başaracağız?
İlk olarak, dışarıdan aldığımız ürünleri azaltmak için yerli üretimi artırmamız gerekiyor. Bu, sadece sanayi alanında değil; enerji, tarım ve teknoloji gibi temel sektörlerde de kendine yeten bir yapının inşa edilmesini zorunlu kılıyor. Özellikle enerji gibi büyük kalemlerde dışa bağımlıyız. Bugün Türkiye’nin yıllık enerji ithalatı yaklaşık 50-60 milyar dolar seviyelerinde. Bu, döviz rezervlerimizi tüketen en büyük kalemlerden biri. Eğer bu enerjiyi kendi rüzgarımızdan, güneşimizden ve hatta jeotermal kaynaklarımızdan üretirsek, dışarıya ödediğimiz milyarlarca dolar cebimizde kalır.
Bu dönüşüm için devletin etkin rol alması şart. Hükümetin yenilenebilir enerji yatırımlarına yönelik teşvik ve destekleri artırması, özel sektörün bu alana yönelmesini kolaylaştıracaktır. Ancak sadece büyük firmalara değil, bireysel üreticilere, kooperatiflere ve yerel girişimcilere de ulaşabilen bir destek mekanizması kurulmalıdır. Örneğin, ev çatısına güneş paneli kurmak isteyen vatandaş için bürokratik süreçler sadeleştirilmeli ve uygun finansman olanakları sağlanmalıdır. Aynı şekilde, tarımsal üretimde enerji ihtiyacını karşılamak isteyen çiftçiler için özel projeler geliştirilmeli, bu alanlardaki kamu destekleri artırılmalıdır.
Ayrıca kamu kurumları da örnek olmalı; belediyeler, üniversiteler ve kamu binaları kendi enerjilerini üretmeye yönlendirilmelidir. Bu sayede sadece ekonomik değil, çevresel açıdan da sürdürülebilir bir model inşa edilebilir. Enerjide bağımsızlaşma, sadece cari açığı azaltmakla kalmaz; aynı zamanda stratejik bir özgürlük de sağlar.
İkincisi, dünyada markalaşmış güçlü firmalar yaratmalıyız. Türkiye’nin ekonomik kalkınması için artık sadece üretmek yetmiyor; ürettiğimizi dünyaya benzersiz biçimde sunabilen bir marka aklına ihtiyaç var. Çünkü günümüz dünyasında rekabet yalnızca fiyatla değil, kalite, hikâye, güven, deneyim ve değer algısı üzerinden şekilleniyor. Bir ürünün üzerindeki isim, çoğu zaman o ürünün kendisinden daha çok değer görüyor. Apple, IKEA ya da Samsung gibi markalar, sadece ürün değil; yaşam tarzı ve güven algısı satıyor. Türkiye’nin tekstil, mobilya, yazılım, gıda, sağlık turizmi, kozmetik gibi pek çok sektörde yüksek potansiyeli var. Ancak bu potansiyel henüz uluslararası markalaşma düzeyine taşınabilmiş değil.
Burada temel mesele, yerli firmaların kaliteli üretim yapabilmesine rağmen “marka değeri” oluşturamamasıdır. Bunun ardında birkaç neden yatıyor. Öncelikle, markalaşma uzun soluklu bir yatırım gerektiriyor. Bu süreçte yalnızca üretim değil; tasarım, ambalaj, kullanıcı deneyimi, iletişim stratejisi, dijital varlık yönetimi ve sürdürülebilirlik gibi onlarca unsur bir arada yürütülmeli. Bir KOBİ’nin ya da startup’ın tüm bu süreçleri tek başına yürütmesi neredeyse imkânsız. İşte burada devletin doğrudan ve dolaylı destekleri büyük önem taşıyor.
Devlet, markalaşma sürecine hem finansal hem de yapısal olarak destek vermeli. Bu yalnızca hibe veya kredi vermekle sınırlı kalmamalı. Markalaşma merkezleri kurulmalı, girişimciler sektörel mentorluk hizmetlerine kolaylıkla ulaşabilmeli. Markasını yurtdışına taşımak isteyen firmalar için “marka diplomasisi” denilebilecek bir destek hattı oluşturulmalı. Ürünlerini belirli standartlara ulaştıran firmalar, pazarlama ve tanıtım konusunda yalnız bırakılmamalı. Bugün Avrupa’da birçok ülke kendi KOBİ’lerinin dünya çapında bilinirliğe ulaşması için tanıtım fonları ayırıyor, ticaret ataşelikleri aktif şekilde markaların tanıtımına hizmet ediyor. Türkiye’de de benzer bir sistem çok daha aktif hale getirilmeli.
Ancak mesele sadece teknik destek de değildir. Toplumda “devlet desteği sadece torpilliye çıkar” algısı son derece yaygın. Bu algı, girişimci ruhu kırıyor, üretmek isteyenleri caydırıyor. Bu nedenle tüm destek mekanizmaları son derece şeffaf, eşitlikçi ve dijital ortamdan kolayca erişilebilir olmalı. Her vatandaş, hangi destek türüne nasıl başvuracağını, hangi kriterlerle değerlendirileceğini açıkça görebilmeli. Değerlendirme sistemleri tarafsız kurumlar tarafından denetlenmeli. Bunun yanı sıra, başvuruları sonuçlanan her projenin dijital arşivi yayımlanmalı ve başarı hikâyeleri kamuoyuyla paylaşılmalı.
Bir diğer önemli konu da eğitim. Marka oluşturmak sadece sermaye değil; aynı zamanda bilgi, vizyon ve kültür gerektirir. Girişimcilere özel markalaşma eğitimi, uluslararası ticaret dili, dijital pazarlama, fikri mülkiyet hakları gibi alanlarda eğitim programları sunulmalı. Üniversiteler ve teknoparklar bu alanda merkez hâline getirilmeli. Başarılı örnekler üzerinden ilerleyen uygulamalı programlar hazırlanmalı. Yerli markaların yurt dışına açılımında özel danışmanlık programlarıyla yol haritaları sunulmalı.
Marka, bir ülkenin hem ekonomik hem de kültürel gücüdür. Güçlü markalar; ihracat gelirlerini artırır, döviz kazandırır, istihdam yaratır, ekonomiyi güçlendirir. Aynı zamanda uluslararası alanda Türkiye’nin algısını ve etkisini artırır. Bu yüzden markalaşma süreci; sadece ticari değil, stratejik bir devlet politikası olarak görülmelidir. Üretmek kadar üretimi değerli kılmak da önemlidir. O değeri oluşturan ise markadır. Ve marka; bilinçli devlet politikası, liyakatli kadrolar, desteklenen girişimciler ve üretici halkla birlikte yükselir.
Üçüncüsü, paramıza olan güveni artırmak için özel finansal çözümler geliştirmeliyiz. Çünkü bir ülkenin para birimi yalnızca cebimizdeki kâğıt değil, aynı zamanda o ülkeye olan ekonomik güvenin bir yansımasıdır. Eğer vatandaşlar kendi paralarına güvenmezse, dövize yönelir; bu da hem döviz talebini artırır hem de Türk Lirası’nın sürekli değer kaybetmesine yol açar. Son yıllarda yaşanan kur dalgalanmalarının temelinde büyük ölçüde bu güven eksikliği yatmaktadır. Oysa ekonomi yönetimi ve finansal sistem, vatandaşına TL’de kalmanın güvenli, mantıklı ve avantajlı olduğunu gösterebilmelidir.
Bunun için devletin geliştireceği yeni nesil finansal ürünler büyük rol oynayabilir. Örneğin; devlet garantili, enflasyona karşı korumalı, vergi avantajı sağlayan ve TL bazlı getirisi dövizle rekabet edebilecek seviyede olan yatırım araçları vatandaşın dövize yönelmesini ciddi biçimde engelleyebilir. Kur Korumalı Mevduat gibi geçici çözümler yerine, daha kalıcı ve sürdürülebilir sistemler geliştirilmeli. “Milli Tasarruf Tahvili” gibi isimlerle, vatandaşın tasarrufunu doğrudan TL’de değerlendirebileceği, gerekirse küçük ölçekli yatırımcıya da hitap eden enstrümanlar sunulmalı. Bu tahviller hem uzun vadeli tasarruflara teşvik sunmalı hem de yatırımcıya reel bir gelir sağlamalıdır.
Ayrıca bu tür ürünlerin sadece şehir merkezlerinde değil, Anadolu’nun dört bir köşesinde de ulaşılabilir olması gerekir. Finansal okuryazarlık bu noktada çok kritik. Vatandaşlara bu ürünlerin ne olduğu, nasıl çalıştığı, ne gibi riskler ve avantajlar içerdiği sade bir dille anlatılmalı. Kamu bankaları aracılığıyla ya da belediyelerle iş birliği içinde mobil bilgilendirme ekipleri kurulabilir. Böylece halkın hem bilinç düzeyi artar hem de devletle olan ekonomik bağı güçlenir.
Toplum olarak bizim de sorumluluğumuz var. Paramızı sadece kısa vadeli kazançlar için dövize çevirmek yerine, uzun vadede ülke ekonomisine katkı sunacak şekilde değerlendirmeliyiz. Yastık altındaki dövizin ya da altının ekonomiye katılması için vatandaşın güven duyduğu, şeffaf, sürdürülebilir modeller oluşturulmalı. Devlet bu noktada “önce güven” ilkesini benimsemeli; geçmişte yaşanan mağduriyetleri unutturacak yeni bir ekonomik sözleşme zemini kurulmalıdır.
Özetle, TL’nin değerini korumanın yolu sadece faiz artırmak ya da döviz satmak değildir. Asıl çözüm, vatandaşın Türk Lirası’na olan inancını yeniden kazandırmakta yatar. Bu da ancak; doğru politikalar, güçlü denetim, şeffaf ekonomi yönetimi ve vatandaşı merkeze alan finansal ürünlerle mümkündür. TL’yi değerli kılmak, sadece devletin değil, hepimizin ortak sorumluluğudur.
Dördüncüsü ise milli bir bilinç ve gayretle hareket etmektir. Ekonomik mücadele yalnızca sayılarla değil, aynı zamanda toplumun ortak hedefler etrafında kenetlenmesiyle kazanılır. Bu noktada her bireyin, her kurumun ve her sektörün taşıyabileceği bir sorumluluk vardır. Tüketici olarak yerli üretime yönelmek, sadece bir alışveriş tercihi değil; aynı zamanda ülke ekonomisine doğrudan katkı sağlayan stratejik bir davranıştır. Yerli ürün kullanan her birey, hem üreticiye destek olur hem de dövizle alınan ithal ürünlere olan talebi azaltarak TL üzerindeki baskıyı hafifletir. Bu, zincirleme bir etkiyle üretimi artırır, istihdam yaratır ve ekonomide çarkların daha hızlı dönmesini sağlar.
Ancak bu milli bilinç kendiliğinden oluşmaz. Devletin bu noktada bilinç oluşturucu, farkındalık artırıcı, kapsayıcı kampanyalar yürütmesi gereklidir. Geçmişte olduğu gibi sadece “yerli malı haftası” gibi sembolik etkinlikler değil, yıl boyu süren sürdürülebilir programlar tasarlanmalıdır. Televizyonlardan sosyal medyaya, okullardan kamu kurumlarına kadar toplumun her kesimine hitap eden içeriklerle “yerli üretim – güçlü ekonomi” bağı vurgulanmalı; yerli üreticiler kamu spotlarıyla tanıtılmalı, başarı hikâyeleriyle genç girişimcilere ilham verilmelidir.
Özellikle genç kuşaklar için yerli ürünün “sadece ucuz olan” değil, “yenilikçi, kaliteli ve gurur duyulacak bir tercih” olduğunun hissettirilmesi önemlidir. Bu noktada kamu-özel iş birliğiyle “yerli markalara sadakat” projeleri geliştirilebilir. Belediyeler, üniversiteler, kamu kuruluşları gibi kurumların tedariklerinde önceliği yerli firmalara vermesi, sadece söylemde değil eylemde de bir milli duruş sergilenmesini sağlar.
Ayrıca tüketici olarak bizler, yerli ürünleri seçmenin ötesinde, üreticiden beklentimizi de yükseltmeliyiz. Kalite, sürdürülebilirlik ve etik üretim gibi konularda bilinçli talepler oluşturmalıyız. Böylece hem üretici gelişir hem de yerli markalar uluslararası arenada rekabet edebilir hâle gelir. Toplum olarak gösterdiğimiz bu milli duruş, ekonomimizin sağlam temellere oturmasını sağlar.
Unutulmamalıdır ki; dışa bağımlılık yalnızca teknoloji veya enerjiyle sınırlı değildir. Zihinsel bağımsızlık, ekonomik tercihlerle başlar. Her yerli ürüne uzanan el, aslında Türkiye’nin geleceğine uzanan bir destek elidir. Bu nedenle milli bilinç; sadece devletin değil, her vatandaşın günlük hayatındaki tercihlerle şekillenen bir süreçtir. Ve bu süreç, bizi daha güçlü, daha dirençli ve daha özgür bir ekonomiye taşıyabilir.
Son olarak da en önemlisi: Ekonomiye güven vermektir. Çünkü ekonomik büyüme yalnızca sayısal göstergelere değil, insanların geleceğe dair hissettikleri güven duygusuna dayanır. Eğer bir ülkede vatandaş da yatırımcı da yarın neyle karşılaşacağını kestiremiyorsa, orada yatırım yapılmaz, tasarruf edilmez, üretim cesareti gösterilmez. Güven eksikliği, ekonominin damarlarındaki kanın çekilmesine benzer; tüm sistem yavaşlar, hatta durma noktasına gelir. İşte bu nedenle güven, ekonomik kalkınmanın hem başlangıcı hem de sürdürülebilirliğidir.
Bu güvenin temeli ise; bağımsız kurumlar, tutarlı politikalar ve hesap verebilir yönetim anlayışıdır. Merkez Bankası gibi ekonomik dengeyi belirleyen kurumların bağımsız karar alabilmesi, sadece teknik değil psikolojik bir güvencedir. Faiz, kur ve enflasyon politikalarının günlük siyasi müdahalelere değil, bilimsel ve rasyonel analizlere dayanması; piyasada öngörülebilirliği artırır, ani sarsıntıların önüne geçer. Hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı ve medya özgürlüğü de ekonomik güvenin dolaylı ama çok önemli bileşenleridir. Çünkü yatırımcı için sadece kâr değil, hukuki koruma ve ifade özgürlüğü de birer güvence unsurudur.
Ayrıca devletin uyguladığı ekonomik politikaların şeffaflığı büyük önem taşır. Bütçe açıkları, kamu harcamaları, vergi politikaları gibi konular açıkça ve halkın anlayabileceği bir dille paylaşılmalıdır. Bu noktada sadece teknik raporlar değil, sadeleştirilmiş kamu bilgilendirme kampanyaları yürütülmeli; vatandaş ekonomide olup biteni sadece kulaktan dolma değil, devletin kendi dilinden öğrenebilmelidir. Bu hem dedikodu ekonomisinin önüne geçer hem de devlet-vatandaş ilişkisini sağlıklı kılar.
Yabancı yatırımcılar açısından da güvenin dili evrenseldir: Şeffaflık, öngörülebilirlik ve istikrar. Türkiye, coğrafi avantajı, genç nüfusu ve üretim potansiyeliyle büyük fırsatlar sunan bir ülkedir. Ancak bu avantajların anlam kazanması için, yatırımcının bu ülkeye sadece bir kez değil, defalarca gelmek isteyeceği bir iklim oluşturmak gerekir. Hukukun uygulanabilirliği, ekonomik istikrar ve liyakatli kadrolar bu ortamın vazgeçilmez parçalarıdır.
Vatandaşlar açısından ise güven, sadece ekonomi politikalarına değil; devletin genel duruşuna duyulan inançla şekillenir. Kriz dönemlerinde bile sakin, açıklayıcı ve yol gösterici bir devlet dili, toplumsal morali ayakta tutar. Ekonomi kadar psikolojiye de hitap eden bir yönetişim anlayışı gerekir.
Kısacası, ekonomiye duyulan güven; doğru kişilerin, doğru yerlerde, doğru adımlarla ilerlediği bir yönetim sisteminin ürünüdür. Devlet; şeffaf, hesap verebilir ve milletine karşı sorumluluğunun farkında bir yapı sergilediğinde, bu sadece rakamlara değil; halkın gözlerine, cebine ve kalbine de yansır. Ekonomide güven varsa, umut da vardır; umut varsa, emek ve yatırım zaten kendiliğinden gelir.
Evet, şu anda doların yüksek olması bizi zorluyor. Markete her gidişimizde aynı ürünün daha pahalıya satıldığını görmek, temel ihtiyaçlarımız için bile hesap yapmak zorunda kalmak moralimizi bozuyor. Günden güne alım gücümüz düşüyor, geleceğe dair kaygılar artıyor. Ancak bu sorunun çözümsüz olmadığını bilmek gerekiyor. Ekonomik krizler dünyanın her yerinde yaşanabilir; önemli olan bu krizlere verilen tepkidir. Kararlı, bilinçli ve planlı adımlarla bu döngüyü tersine çevirmek mümkündür.
Eğer doğru politikalar uygulanır, kaynaklar israf edilmeden yerli üretime, eğitime ve teknolojiye aktarılırsa; ekonomide istikrar yeniden sağlanabilir. Refah seviyesi yükselebilir, Türk Lirası yeniden değer kazanabilir. Bu süreç elbette kolay ve kısa vadeli bir dönüşüm değildir. Ancak sağlam bir irade, güçlü bir vizyon ve kararlı bir toplumla başarılamayacak hiçbir hedef yoktur. Türkiye, geçmişte birçok zorluğu aşmış bir ülkedir. Bu da aşılabilecek bir eşiğin adıdır.
Zor zamanlar geçicidir. Asıl kalıcı olan; iyi planlanmış, şeffaf ve sürdürülebilir politikalardır. Devletin verdiği kararlı destek, adaletli dağıtım ve istikrarlı yönetim anlayışı ile halkın gösterdiği bilinçli gayret birleştiğinde, bu ekonomik tablo tersine dönebilir. Halkın güveni arttıkça, üretim artar. Üretim arttıkça, istihdam doğar. Ve en önemlisi, ülkemizin dışa bağımlılığı azaldıkça, paramızın değeri kendi ayakları üzerinde durabilir.
Bu yüzden umutsuzluğa yer yok. Her kriz, aynı zamanda bir fırsat barındırır. Bu dönemi; sorgulayan, öğrenen, birlikte hareket eden bir millet olarak değerlendirebiliriz. Düşünmekten, üretmekten, desteklemekten ve sabırla inşa etmekten vazgeçmediğimiz sürece, içinde bulunduğumuz ekonomik tablo mutlaka değişecektir. Yeter ki yönetenler halkına güvensin, halk da devletine sahip çıksın.
Unutmayalım: Türkiye büyük bir ülkedir. Büyük ülkeler büyük hedeflerle var olur. Bu hedeflere giden yolda, devletin kararlı adımları ve halkın ortak iradesi en kıymetli gücümüz olacaktır.
Artık bekleme, izleme ve şikâyet etme dönemi geride kalmalı. Devlet kurumları, ekonomiyle doğrudan ilişkili olsun ya da olmasın, bu mücadelede sorumluluk üstlenmeli. Kamu kaynakları şeffaf şekilde, üretim odaklı projelere yönlendirilmeli. Üniversiteler sadece akademik bilgi değil, uygulamaya dönük ekonomik çözüm üreten merkezler haline gelmeli. Belediyeler, yerel kalkınmanın motoru olarak girişimcileri, üreticileri ve yerli markaları sahada desteklemeli. Bürokrasi ise cesur, vizyoner ve sonuç odaklı bir yaklaşımla hareket etmeli. Çünkü bu dönem, sadece görev yapma değil; inisiyatif alma dönemidir.
Ve elbette bu yürüyüşte halkın rolü hayati. Her birey, ekonomik bağımsızlık için bir adım atabilir. Bir ürünü seçerken, bir yatırıma yönelirken, bir fikir üretirken “Bu memlekete nasıl katkım olur?” diye sormalı. Herkesin yapabileceği bir şey var. Kimisi tasarrufla, kimisi üretimle, kimisi bilgisiyle, kimisi duyarlılığıyla bu seferberliğe omuz verebilir. Çünkü güçlü ekonomi, sadece rakamlarla değil, birlik duygusuyla kurulur. Türkiye’nin geleceği ne sadece devletin ne de sadece halkın elinde. O gelecek, ikisinin birlikte attığı adımlarda saklı. Şimdi birlikte düşünme ve birlikte harekete geçme zamanı.
Bugün dünya çapında tanınan birçok giyim, teknoloji ya da kozmetik markasını taşıdığımızda, çoğu zaman bununla gururlanıyoruz. Üzerimizdeki logoları bir başarı göstergesi gibi sunuyoruz. Oysa bu durum, aslında kendi markalarımıza ve üretimimize olan özgüven eksikliğinin sessiz bir yansımasıdır. Bizim artık o markalarla övünmekten değil, onlara ihtiyaç duymaktan utanır hâle gelmemiz gerekiyor. Çünkü gerçek özgüven, kendi üretimini dünyaya taşıyabilmekle başlar.
Türkiye’ye gelen bir turistin, bizim üzerimizde yabancı markaları değil, ilk kez gördüğü ama kalitesine hayran kaldığı yerli markaları fark etmesi gerekir. Çünkü asıl algı, günlük hayatta neyi tercih ettiğimizle inşa edilir. Eğer turist burada geçirdiği zaman boyunca Türk üretimi ayakkabılar, gömlekler, çantalar ya da kozmetik ürünlerle karşılaşırsa, o markaları sorgular, araştırır ve deneyimlemek ister. Kandırmaya, abartmaya gerek yok; kalite zaten kendini anlatır. Bir turistin Türkiye’den bir yerli markayı satın alıp ülkesine götürmesi, o ürünün ihracatından daha kıymetlidir. Çünkü bu, gönüllü bir temsil ve sıfır maliyetli bir tanıtımdır.
Her bir vatandaş, kendi yaşam tarzında yerli ve kaliteli olanı bilinçli bir tercih hâline getirirse, Türkiye sadece üretim değil, kültür ve marka ihraç eden bir ülkeye dönüşebilir. İşte bu noktada yerli markalarımızın da kendilerini sadece içeride değil, dünyada da gururla taşınabilir hâle getirmesi gerekir. Hem estetik hem fonksiyonel hem de ahlaki değerler taşıyan markalarla… O gün geldiğinde, artık üzerimizdeki bir kıyafet değil, taşıdığımız bir bilinç dikkat çekiyor olacak.
Türkiye’nin gerçek gücü yalnızca yer altındaki kaynaklarında ya da coğrafi konumunda değil; halkının üretim azminde, değerlerine olan sadakatinde ve dünyaya kendini anlatma cesaretindedir. İşte bu yüzden şimdi sadece üretmenin değil, fark yaratmanın zamanı. Dünya bizi kopyaladığımız kimliklerle değil, ortaya koyduğumuz özgün değerlerle tanımalı. Bu da her birimizin atacağı küçük ama anlamlı adımlarla mümkün. Biz istersek olur. Yeter ki birlikte isteyelim.
Rafet ÇAĞLAR