Mal–Mülk mü?
Mevki–Makam mı?
Para–Servet mi?
Nam-Şöhret mi?
Altın–Gümüş mü?
Arabalar–Evler mi?
…
Evet… hepsini bu dünyada bırakmak zorundayız.
Onlar, aslında bize nasıl kullanacağımızı görmek için verilmiş birer emanet… Yani zaten bizim değildi.
Ama bazen kaptırıyoruz kendimizi; sanki sonsuza kadar elimizde kalacakmış gibi yaşıyoruz.
Giderken anlıyoruz, çoğu zaman da iş işten geçtikten sonra farkına varıyoruz.
Kimimiz, sanki yanımızda götürecekmişiz gibi sımsıkı tutunuyor.
Kimimiz de, bunun uğruna haksızlık yapıyor, hak yiyor, adaleti çiğniyor; dünya malına hakikatten daha çok değer veriyor.
Ve çoğu zaman, değerli sandığımız şeyler için kaybettiklerimizin hesabını bile tutmuyoruz.
Oysa kalıcı olan; paylaştıklarımız, iyilikle dokunduğumuz kalpler, adaletle yaşattığımız haklar ve geride bıraktığımız güzel izlerdir.
Bir gün elimizden kayıp gidecek olan şeyler uğruna, gerçekte yanımıza alabileceklerimizi unutmamak gerekir.
Çünkü yanımıza alacaklarımız, ne kadar kazandığımız değil; ne kadar fayda sağladığımız, ne kadar gönül kazandığımızdır.
Mülkler, makamlar, güzellikler… Hepsi bir gün geride kalacak.
Bu emanetleri doğru kullanırsak, gidişimiz bir kaybediş değil, büyük bir kazanca dönüşecek.
Asıl mesele, dünyadayken neyi elde ettiğimiz değil, giderken neyi geride bıraktığımızdır.
Ve belki de hayatın en basit, en zor gerçeği şudur:
Bir gün, bizi biz yapan her şey, bizim değil, geride kalanların dilinde yaşar.
Ama unutma…
“Benden sonrası tufan” diye düşünürsen eğer, tufandan sonrası da hesap günü!
Rafet ÇAĞLAR