Gözlerimizi etrafımızda dolaştırdığımızda, kalabalıkların arasında yüzen yüzlerce yüz görürüz. Her biri kendi dünyasında, kendi hikayesinde, kendi yalnızlığında. İnsanlar insanların içinde, ama bir o kadar da insana hasret. Bu ironik durum, modern toplumun belki de en büyük paradoksu.
Günümüz dünyası, insanların birbirine hiç olmadığı kadar yakın, ama aynı zamanda hiç olmadığı kadar uzak olduğu bir çağ. Teknoloji, bizi bir tuş kadar yakınlaştırdı ama kilometrelerce uzaklaştırdı da. Sosyal medya hesaplarımızda yüzlerce arkadaşımız var belki, ama kaç tanesiyle gerçekten, yürekten bir bağ kurabiliyoruz?
Bu durum, özellikle büyük şehirlerde daha belirgin. İstanbul’un kalabalık caddelerinde, Ankara’nın işlek sokaklarında veya Samsun’un hareketli sahil şeridinde, insanlar yan yana yürüyor ama aslında ne kadar da yalnızlar. Herkesin bir acelesi, bir telaşı var; ama durup birbirinin gözlerinin içine bakacak, “Nasılsın?” diye gerçekten merak edecek zamanı yok.
Bazen düşünüyorum, acaba bu yalnızlığın ilacı ne olabilir? Belki de çözüm, teknolojiyi bir kenara bırakıp, insan olmanın temel değerlerine dönmekte. Gerçek sohbetler, yürekten gelen kahkahalar, samimi dokunuşlar… İşte bu anlar, bizleri insan yapan, yalnızlığımızı unutturan, gerçek bağları kurmamızı sağlayan anlar.
Bu çağda, insan olmanın en büyük sınavı belki de bu: Kalabalıklar içinde yalnızlığımızı aşmak, teknolojinin kolaylıklarına kapılmadan gerçek ilişkiler kurabilmek. Unutmamak gerekir ki, en güçlü bağlar, ekranlar arasında değil, gözlerin içinde saklı.
Yani demek istediğim, belki de ihtiyacımız olan şey, biraz durup etrafımıza bakmak, gerçekten “nasılsın?” diye sormak ve en önemlisi, cevabı dinlemek. İnsanlar insanların içinde, evet; ama insana hasret kalmamak da bizim elimizde.