Bir an dur!
İçinde bulunduğun zamanı düşün!
Neredesin, ne yapıyorsun, ne hissediyorsun?
Bir gün daha geçti… ama sen gerçekten yaşadın mı bu günü?
Hayatının hikâyesini sen mi yazıyorsun?
Yoksa başkalarının senin adına yazdığı bir senaryoyu sahneye mi koyuyorsun? Ezberden yaşadığın her sabah, kalbinden uzak her karar, gözlerinin içine bakmadan geçtiğin her insan… hepsi senin hikâyende gerçekten sana mı ait?
Bazen doğrularımızı öyle büyük bir kibirle savunuyoruz ki, içimizde bir ses “ya yanılıyorsan?” dediğinde hemen susturuyoruz. Çünkü sorgulamak cesaret ister. Oysa sorular bizi özgürleştirir, cevaplar değil.
Hiç düşündün mü; kendini güçlü sandığın anlarda aslında kendini savunmak için inşa ettiğin duvarların ardında mı yaşıyorsun? “Ben böyleyim” dediğin yer, belki de en derin yaralarının üstüne çektiğin perdedir.
Sahi, yaşadığın olaylara bir de başkasının gözünden bakabildin mi? Empati… o kayıp meziyet. Herkesin aradığı ama kimsenin çabalamadığı. Belki de başkasını anlamak için değil, kendini tanımak için gerekli bir kapıdır o.
Kimi zaman bir olay olur, seni derinden sarsar. Sonra anlarsın; olay değil, senin bakışın sarsıcıydı. Olay aynı kalır ama sen değişirsen anlamı da değişir. Hikâyenin rengi senin gözlerinde gizlidir.
Ve kararlar… her biri bir yön tayin eder sana. Ama şu soruyu sormadan geçme: Bu kararı ben mi verdim, yoksa bana mı verdirildi?
Unutma, hikâye senin….
Gerçekten senin mi?
O hikâyeyi yeniden yazmak için çok geç değil. Sayfalar seninle dolsun. Kalemin senden beslensin. Her cümle, sende karşılığı olan bir gerçeği anlatsın.
Çünkü hakikatin en saf hali, insanın kendiyle yüzleşmesinden doğar.
“Ve o yüzleşmede görebildiğin her hakikat, sana bahşedilmiş bir ikramdır.”