Paylaşmak istediğiniz metni seçin, otomatik paylaşım açılacaktır.
“Modern Zamanlarda Adab-ı Muaşeret”
Toplumsal Hayatta Görgü, Zarafet ve İletişim Sanatı
Giriş
Bir yudum çayın buharıyla karışan sessizliğin bile saygı içerdiği zamanlardı. Küçük bir çocuğun ayağını sürüyerek değil, sessizce girdiği odada büyüklere selam vermesi doğaldı. Ne öğretildi ne dayatıldı... Ama herkes bilirdi.
Kapı çalındığında, evin en büyüğü ayağa kalkar; ardından misafir, buyur edildikten sonra ayakkabıları dikkatlice hizalanırdı. Anadolu'nun bir kasabasında, taş zeminli avluda çamaşır yıkayan bir anne, misafiri görünce ellerini yıkayıp hemen içeri alır, çay ocağına su koyardı. O sırada evdeki çocuklara “ayağa kalkın, büyük geldi” demeye bile gerek kalmazdı.
Şehirde de farklı değildi bu sessizlik içindeki düzen. İstanbul’da apartman katlarında oturan insanlar, alt komşuya çat kapı giderken yanına bir tabak börek alır, selam vermeden söze başlamazdı. Adıyaman’da, Diyarbakır’da, Erzurum’da, Samsun’da, Eskişehir’de ya da Konya’da...
Bu memleketin hangi köşesine giderseniz gidin, insanların yüzlerinde aynı anlayış vardı:“Sen de benim gibi kıymetlisin. Ve bu kıymeti korumak için dikkatliyim.”
O zamanlar insanlar neyi, ne zaman, nasıl yapmaları gerektiğini çoğu zaman bilirdi. Ve o bilgi, ne diplomanın ne öğretmenin eseriydi. Evde, sokakta, pazarda, tarlada, okulda, otobüste… hayatın içinden öğrenilmişti.
Yemeğe tek başına başlanmazdı örneğin. Sofrada büyük yoksa, o sofrada muhabbet de eksik olurdu. Yemek dağıtılırken kaşığın en önce çorbaya değmesi değil, kimin tabağına önce konduğu önemliydi. Ve herkesin içinde bir iç ses vardı: “Beni büyüten bir toplum var. Bu yüzden ölçülü olmalıyım.”
Bugün geriye dönüp baktığımda şunu görüyorum: Biz bir zamanlar birbirimize çok daha yakındık. Çünkü mesafe, yalnızca fiziksel değil; ahlakiydi, duyguydu, farkındalıktı. Komşunun çocuğu açsa, herkes tok olmaktan utanırdı. Bir cenaze evinde kahkaha atmak ayıptı. Sokakta yere çöp atan biri uyarılırken, o uyarı sadece bir kural hatırlatması değil, mahcup bir öğretme biçimiydi.
Zamanla çok şey değişti. İnsanlar değişti. İlişkiler koptu. Aynı sofraya otursak bile göz göze gelmez olduk. Çünkü birbirimizi görmezden gelmek, daha kolay geldi. İnsanlar kabalaştı, ama daha çok özgür olduklarını sandılar. Ses yükseltmeyi hak aramak, küfür etmeyi cesaret, kabalığı “doğallık” sanmaya başladılar.
Fakat o iç ses hâlâ orada. Bastırılmış, susturulmuş, unutulmuş olsa da... içimizde bir yerlerde yaşıyor. Bir yaşlının çantasını taşıyan çocukta, Kalabalıkta annesini bekleyen gencin gözlerinde, Durakta sıraya giren bir adamda...
İşte bu kitap, o sesi yeniden duymak isteyenler için. Sadece hatırlamak değil, hatırlatmak için. Nezaketi geri çağırmak için. Görgüyü, ölçüyü, zarafeti yalnızca “eski günler” diye anlatmamak için.
Çünkü adab-ı muaşeret, geçmişin kıymetli bir kalıntısı değil; bugünün yaralı toplumu için bir iyileşme ilacıdır.
Adab-ı muaşeret, Arapça kökenli bir ifadedir. "Adab", güzel davranış ve terbiye demektir. "Muaşeret" ise insanlar arası ilişki, birlikte yaşama anlamına gelir.
Birlikte düşünüldüğünde adab-ı muaşeret; insanların bir arada yaşarken birbirine karşı gösterdiği saygı, zarafet ve ölçülü davranışların bütünü anlamına gelir. Bu kavram, sadece kural koymaz; kişiliğe, toplumsal uyuma, görgüye ve kalbe dokunan bir yaşam biçimi sunar.
Adab-ı muaşeret; – Ne söylediğin kadar nasıl söylediğini, – Ne yaptığın kadar kime, ne zaman, ne şekilde yaptığını, – Ve bazen hiçbir şey yapmadan sadece durabildiğini anlatır.
Bu kavram; evde, sokakta, sofrada, otobüste, düğünde, mevlitte, okulda, iş yerinde… yani hayatın her anında kendini gösterir.
Ve onu değerli kılan şey; herkese aynı davranmak değil, her duruma ve insana göre en uygun davranışı seçebilmektir.
Adab-ı muaşeret, bir toplumu “medeni” yapan görünmeyen mimaridir. Herkesin içinden sessizce geçen, ama fark edildiğinde büyük bir fark yaratan inceliktir.
Kapı çalındığında ayağa kalkan bir babayla tanıdım önce adabı. Misafirin ayakkabısını hizalayarak içeri buyur eden annemle fark ettim ilk defa, sessiz nezaketin sesini. Sofraya oturmadan önce “Bismillah” diyen, yemeği dağıtırken en küçüğün bile gözünü gözeten bir büyüğün yanında öğrendim; sadece yemek değil, birlikte yenen lokmanın da adabı varmış.
Henüz adını bilmeden yaşanılan, yazılmadan öğretilen, kelimesiz aktarılan bir şeydi bu. Ne bir ders kitabında yazılıydı, ne de bir kural listesinde. Ama davranışların ardında bir dil, duruşların içinde bir edep vardı. Bir insanın yürüyüşünden bile toplumuna saygı duyup duymadığı anlaşılırdı.
Şimdi dönüp baktığımda, adab-ı muaşereti tam olarak ne zaman öğrendiğimi söyleyemem. Ama ne zaman kaybedilmeye başlandığını çok net biliyorum...
Kalabalık otobüslerde gözlerini telefona sabitleyerek yaşlıyı görmezden gelen gençlerde, Sosyal medyada hiç tanımadığı insanlara hakaret eden klavye savaşçılarında, Trafikte yol vermemeyi cesaret sayan, sıraya girmemeyi uyanıklık gören insanlarda...
İşte tam da bu yüzden, hatırlamak ve hatırlatmak gerek.
Çünkü adab-ı muaşeret geçmişe ait süslü davranışlar bütünü değil; bir toplumun ruhu, ortak yaşama irademizin görünmez sözleşmesidir. Nezaket, sadece başkası için değil; insanın kendine olan saygısıdır.
Ve bu kitap, kaybolmuş bir dili yeniden konuşulur kılmak için yazılıyor. Hatırlamak için. Hatırlatmak için. Birlikte yaşamanın güzelliğini yeniden inşa edebilmek için…
1.1 – Tanım Üzerine Derinlikli Düşünceler
“Görgü, insanın kendine değil; başkasına duyduğu saygının davranışa dönüşmüş hâlidir.” Bu cümleyi ilk kez ne zaman düşündüğümü hatırlamıyorum. Ama her duyarsızlıkta, her özensizlikte yeniden aklıma gelir.
Bugün “adab-ı muaşeret” deyince çoğu insanın zihninde eskiye ait, modası geçmiş, bir parça yapmacık gelen davranış kuralları canlanıyor. Oysa görgü, hiçbir döneme ait değildir. Çünkü görgü, bir insanlık refleksidir. İnsanın kendi benliğini, bir başkasının varlığına zarar vermeden taşıyabilmesidir.
Adab-ı muaşeret, yalnızca “ne yapılmalı?” sorusunun değil, “nasıl yapılmalı?” sorusunun cevabıdır. Mesela konuşmak... Herkes konuşur. Ama biri konuştuğunda dinlemeye değer olmasının sebebi nedir? Ses tonu, kelime seçimi, göz teması, dinleyenlerin ruhuna dokunan o içtenlik... İşte adab-ı muaşeret, bu farkı oluşturur. Çünkü sadece doğru şeyi söylemek değil, doğru şekilde söylemek önemlidir.
Birini eleştirebilirsiniz. Ama hakaret ederek değil. Yol verebilirsiniz. Ama kibirle değil, içten bir tebessümle. Yardım edebilirsiniz. Ama gösteriş için değil, ihtiyaç için. İşte görgü dediğimiz şey, bu davranışların arasındaki çizgidir. Bir şeyin doğru olması yetmez; doğru bir kalpten çıkması gerekir.
Ve görgü, bazen bir şey yapmamakta saklıdır. Örneğin:
Yani görgü, yalnızca varlığını belli etmek değil, yeri geldiğinde geri çekilmektir. Çünkü her davranış bir niyet taşır. Ve görgü, o niyetin saf hâlini koruma sanatıdır.
Dışarıdan bakıldığında bu kurallar basit gibi görünür. Ama toplumun ruhunu taşıyan bu küçük davranışlardır. Bir milleti millet yapan şey yalnızca ortak dil veya bayrak değildir. Aynı sofraya otururken birbirini bekleyen insanlar da bir millettir. Kaldırımdan geçerken birbirine yol verenler de, yaşlıyı görünce yer verenler de...
Bugün birçok insan hak, hukuk, adalet gibi büyük kavramlardan söz ediyor. Ama bu kavramların içi, küçük hareketlerle doludur. Biri size laf çarptığında cevap vermemek bazen en büyük saygıdır. İnsanların size kaba davranışlarına aynı şekilde karşılık vermemek, kendinize olan saygınızdandır.
Çünkü görgü, bir başkasına gösterilen değil, aslında insanın kendisine gösterdiği saygıdır. Özü şudur:"Ben insan olduğumu unutmadım. Ve seni de insan olarak görüyorum."
✦Hatırlatma
1.2 – Görgünün Kaynağı: Aile, Toplum, İnanç ve Kültür
Bazı değerler vardır ki, insan onları ne zaman öğrendiğini hatırlamaz. O değerler öyle derin ve sessizce işler ki insanın karakterine, farkına varmadan bir ölçüye dönüşür. İşte görgü de böyle bir değerdir. Ne bir gecede kazanılır, ne de sadece kitapla öğrenilir. O, bir ömrün içinden süzülür. Aileyle başlar, toplumla şekillenir, inançla derinleşir ve kültürle kalıcılık kazanır.
Aile: İlk Okul, Sessiz Öğretmenler
Görgünün ilk tohumu ailede atılır. Bir çocuk, annesinin sofrayı kurarken gösterdiği özeni, babasının yaşlı birine kapı tutarkenki duruşunu, kardeşiyle tartıştığında sesini alçaltmasını izleyerek büyür.
Hiçbir kelime etmeden… Sadece izleyerek.
Bu yüzden bir evde "terbiye" sadece azarlamakla değil, davranışla verilir. Ve çocuk, büyüklerin gölgesinde büyürken, aslında onların aynasına dönüşür.
Anadolu’nun bir köy evinde sabah ezanıyla uyanan baba, namazdan sonra sobayı yakar, evi ısıtırdı. Çocuklar uykuda olsa da, evde herkes onun hareketlerinden bir şeyler öğrenirdi. Bir misafir geldiğinde sofraya ne varsa konur, “evde başka yok” denilmezdi. Çocuk bunu duymazdı belki, ama anlardı.
Şehirdeki apartman dairesinde de durum farklı değildi. Anne, babasına “baba” derken bile ses tonunu değiştirir, telefonda konuşurken oturur, çocuklarına “sus” demez, “biraz sessiz olabilir miyiz” diye rica ederdi. Çocuklar bu incelikleri kelimelerden değil, mimiklerden öğrenirdi.
Bugün ailelerin en büyük açmazı, çocuklarına görgüyü öğretmeye çalışmaları, ama yaşamamalarıdır. “Büyüklerine saygılı ol” diyen ama kendi anne babasına bağıran birinin sözü tesirli olmaz. Çocuk duymaktan çok hisseder. Ve hissedilen şey, öğrenilenden daha derindir.
Toplum: Aynı Sokakta Yaşayanlar Aynı Dili Konuşur mu?
Bir mahallede büyüyen insanlar, ister istemez ortak bir kültür geliştirir. Simitçinin sesiyle uyanılan sabahlarda, pencere kenarına bırakılan yoğurt kabında bir düzen saklıdır. Pazara giderken selam verilen esnafta, sıraya girilen fırında, minibüs durağında yanına ilişilen yaşlıda… Toplum, görgüyü bazen doğrudan öğretir, bazen de dolaylı olarak dayatır.
Eskiden apartmanlarda “rahatsız etmeyin” yazısı yoktu. Çünkü kimse gereksizce rahatsız etmezdi. Komşunun kapısını çalmadan önce içeriye “müsait mi?” diye seslenilir, içeriden “gel” sesi duyulmadan kapı açılmazdı.
Bugün toplumsal refleksler zayıfladı. Sosyal medya, bireyselleşme, hız kültürü insanları yalnızlaştırdı. Ama hâlâ toplumda görgüyü yaşatan insanlar var. Onlar çoğu zaman dikkat çekmez. Ama bir parkta çocuğunu sakince uyaran bir baba, otobüste çantasını kucağında tutan bir genç, pazarda sırasını veren bir kadın… Toplumun taşıyıcı kolonları onlardır.
Ve toplum, bazen iyi bir davranışı ödüllendirmez. Ama kötü olanı hemen hatırlar. Bu yüzden görgü, teşvik edilmesi gereken bir tutumdur.
İnanç: Kalbin Görgüsü
Görgünün en güçlü kaynaklarından biri inançtır. İster İslam kültüründen, ister başka bir inançtan bahsedelim; her inanç, insanın hem kendine hem başkasına karşı sorumlu olduğunu öğretir.
Din sadece ibadet değildir; aynı zamanda davranıştır. Namaz kılmak, oruç tutmak kadar; kalp kırmamak, kul hakkı yememek, başkasını hor görmemek de bir ibadettir.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) hayatı, sadece ahlaki ilkeler değil, zarafetin somut hâlidir. Sofraya en son oturması, elini herkesten sonra uzatması, çocuklara selam vermesi, hayvanlara su taşıması… Bugün adına “ince davranış” dediğimiz her şey, o dönemde yaşanmış ve örnek alınmıştır.
Dindarlık sadece görünüşte değil, davranışta da olmalı. Bir insan namaz kılıyor ama aynı zamanda çalışanına bağırıyorsa, komşusuna selam vermiyorsa, yol ortasında aracını çekip kimseyi umursamıyorsa… o görgü eksiktir.
İnanç, sadece Allah’a değil; Allah’ın kullarına da saygıyı öğretir. İşte bu yüzden, inançlı bir toplumun görgüsüz olması mümkün değildir. Eğer öyleyse, inanç zayıf değil; davranış eksiktir.
Kültür: Bizi Biz Yapan Sessiz Kodlar
Görgü, bir milletin kültürüne sinmiş en zarif alışkanlıklardır. El öpmek, yer vermek, düğünde hediye takmak, bayramda ziyaret etmek, cenazede susmak… Tüm bunlar sadece gelenek değil; toplumun kendini ifade biçimidir.
Yabancı kültürlerde olmayan birçok incelik, bizim coğrafyamızda yüzyıllardır vardır. Ama kültür unutulursa, görgü de unutulur.
Bugün çocuklara yalnızca tarih değil, “davranış mirası” da öğretilmeli. Çünkü geleneksel kültür, geçmişin sadece törenleri değil; bugünün saygı dilidir.
Modern olmak, bu değerleri geride bırakmak değildir. Aksine, modern dünyada incelikli olmak cesaret ister.
✦Hatırlatma
1.3 – Tarihsel Süreçte Adab-ı Muaşeret (Osmanlı’dan Günümüze)
Tarih, yalnızca savaşların, fetihlerin, anlaşmaların kaydı değildir. Aynı zamanda insanların birbirine nasıl baktığı, nasıl davrandığı, nasıl yaşadığıyla ilgilidir. Ve bir toplumun gerçek kimliği, sokakta yürürken bir yabancıya nasıl selam verdiğinde saklıdır.
Adab-ı muaşeret dediğimiz görgü ve zarafet kültürü, sadece bireysel bir tercih değil; geçmişten bugüne taşınan toplumsal bir mirastır. Bu miras, yalnızca devletin değil, mahallenin, ailenin, hatta komşunun ortak emeğidir.
Osmanlı’da Görgü, Terbiye ve Medeniyet
Osmanlı toplumu, görgüyü ve terbiyeyi sadece ahlaki bir unsur olarak değil, devlet düzeninin ayrılmaz bir parçası olarak görürdü. Bir çocuğun sabah uyanmasından gece uyuyana kadar geçen sürede yapması gerekenler, aslında ona öğretilmiş bir davranış biçiminin içindeydi. Bu, yazılı olmayan ama herkesin içselleştirdiği bir "hal"di.
Saray terbiyesi ile halk arasında büyük farklar olsa da, temel değerler ortak zemine dayanırdı:
Saygı
Nezaket
Ölçü
Hizmet
Tevazu
Osmanlı’da yetiştirilen bir devlet adamı, önce susmayı, sonra konuşmayı öğrenirdi. Bir kadı adayı, sadece hukuk değil; halkla nasıl konuşulacağını, nasıl oturup kalkılacağını, nasıl yazışılacağını da öğrenirdi. Çünkü “ilim” kadar “ahlak” da önemliydi.
Medreselerde okutulan bazı metinlerde sadece dini ilimler değil, aynı zamanda “muamelat” yani toplumsal davranışlar da yer alırdı. Saray içindeki Enderun mektebinde çocuklara önce hizmet öğretilir, sonra yönetmek. Bu yüzden sadrazamlar, paşalar, vezirler sadece bilgiyle değil, zarafetle de hatırlanırdı.
Bir sokakta yürüyen kadının karşısına çıkan erkeğin yolunu değiştirmesi, sadece bir görgü kuralı değil; içselleşmiş bir saygı davranışıydı. Misafire kahve sunulduğunda, yanında bir bardak su verilmesi de boşuna değildi: Misafirin aç mı tok mu olduğu anlaşılır, duruma göre sofraya davet edilip edilmeyeceği ona hissettirilirdi.
Bu incelikler kitaplarda yazmazdı belki. Ama davranışlarda yaşardı.
Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Terbiye ve Eğitim
Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte eğitim sisteminde birçok şey değişti. Ama adab-ı muaşeret, ilk etapta terk edilmedi. Aksine, özellikle öğretmen okullarında, kız enstitülerinde, halk evlerinde "görgü" başlığı altında dersler verildi.
Öğrencilere nasıl konuşulacağı, nasıl yürüneceği, nasıl selam verileceği öğretiliyordu. Okul kitaplarında, örnek davranışlar hikâyelerle anlatılıyor; nezaketin, sabrın, saygının önemine vurgu yapılıyordu.
Örneğin, 1940’lı yıllarda basılan ilkokul kitaplarında şu ifadeler yer alır:
“Sınıfta ayağa kalkmadan konuşulmaz. Büyüklerin sözünü kesmek ayıptır. Misafir geldiğinde evinize çekidüzen verin, ona yer gösterin.”
Bu satırlar, sadece kuralları değil, toplumu birlikte yaşama becerisine çağırıyordu.
Özellikle köy enstitülerinde yetişen nesiller, hem toprağa hem insana saygıyı birlikte öğreniyordu. Bir öğretmen, öğrencisine sadece okuma-yazma değil, aynı zamanda davranma biçimi de kazandırıyordu.
1980 Sonrası Toplumsal Dönüşüm ve Unutuluş
Ancak 1980’li yıllardan itibaren, toplumsal değerlerde belirgin bir kırılma yaşandı. Televizyonun yaygınlaşması, şehirleşmenin hızlanması, köyden kente göçler, ekonomik kaygıların artmasıyla birlikte; insanlar hayata yetişmeye çalışırken, ilişkilerdeki zarafeti kaybetmeye başladılar.
Zamanla okullardaki müfredatlar değişti. “Nezaket”, “görgü”, “zarafet” gibi kavramlar kitaplardan silinmedi belki, ama önem sırasındaki yeri düştü. Rehber öğretmenler yalnızca başarıyı konuşur oldu. Aileler ise çocuklarına akademik başarıyı öğretirken, ahlaki davranışları göz ardı etmeye başladı.
Sokaklar kalabalıklaştı, ama insanlar yalnızlaştı. Selamlar azaldı. İltifatlar yerine eleştiriler yükseldi. Ve insanlar, haklı olmayı nazik olmaktan daha değerli gördü.
Bugün bir anne, çocuğuna teşekkür etmeyi öğretmeyi unutabiliyor. Bir öğretmen, sınıfta yüksek sesle konuşan öğrencisine sadece "sus" diyor ama neden susması gerektiğini açıklamıyor. Bir genç, yaşlıya yer vermeyi lütuf sanıyor; halbuki o bir insanlık refleksidir.
Kaybolan Değerler Yeniden Bulunur mu?
Elbette bulunur. Çünkü bu toprakların mayasında saygı var. Ve mayası sağlam olan her hamur yeniden yoğrulabilir.
Belki çocuklarımıza “büyüklerin elini öp” demeyeceğiz. Ama en azından “bir insanın gözlerine bakarak konuş” diyebileceğiz. Belki bayramlarda kapı kapı dolaşılmayacak. Ama bir mesajla bile olsa bir büyüğün gönlü alınabilecek. Önemli olan, geçmişi bugüne taşımak değil; geçmişin ruhunu bugünün diline çevirebilmek.
Bugün okullarda yeniden adab-ı muaşeret dersleri verilmiyor. Ama her anne-baba, her öğretmen, her amca-teyze bir öğretmen olabilir. Her davranış, bir çocuğun hafızasında iz bırakır. Ve bir çocuğun öğrendiği görgü, bir toplumun geleceğini değiştirir.
✦Hatırlatma
1.4 – Ne Oldu da Unutuldu? (Bozulan Sosyal Dokuya Dair Çözümlemeler)
Bir toplumun değerleri bir anda kaybolmaz. Tıpkı bir duvarın çatlaması gibi olur. Önce küçük bir çizik belirir. Fark edilmez. Sonra su sızar, nem başlar, tuzlanma artar. Derken duvar yıkılmasa da güven vermez. İşte görgü de böyle yavaş ve sessizce çekildi hayatımızdan.
Bir bakmışız, küçük hatalar “normal” olmuş. Ses yükseltmek hak aramak sayılmış. Saygı göstermek zayıflık zannedilmiş. Güleryüz yerine öfke bir korunma biçimi olmuş. İnsanlar, kabalığı “doğal olmak” sanmış.
Peki ne oldu da bunca değer birer birer elden gitti?
Zaman Hızlandı, İnsan Duraksamadı
Teknoloji gelişti, her şey hızlandı. Ama insanın kalbi bu hıza yetişemedi. Bir zamanlar mektup yazılır, karşılık haftalar sonra gelirdi. O mektubun başında “Muhterem dayım” yazardı, sonunda “ellerinizden öperim” ile biterdi. Bugün bir mesaj atılıyor: “N’aber?”
Hız, içeriği ezdi. Kelime sayısı azaldıkça anlam da azaldı. İnsanlar artık sadece ne dediklerine değil, ne kadar kısa sürede dediklerine bakıyor. Nezaket, “uzatmak” olarak görülüyor. Hâl hatır sormak, “işe yaramaz” bulunuyor. Ziyaretler yerini beğeni butonlarına bıraktı. Ama hiçbiri sıcak bir bakışın yerini tutmuyor.
Bireysellik Büyüdü, Topluluk Küçüldü
Modern dünyanın en büyük çelişkisi şudur: İnsanlar “birey” olmayı, “bencil” olmakla karıştırdı.
Kendi fikrini savunmak güzel bir şeydir. Ama başkalarının fikrini küçümsemek değil. Kendini sevmek bir erdemdir. Ama başkasını umursamamak değil.
Bugünün insanı "ben"i o kadar çok önemsedi ki, "biz" kelimesi artık eskimiş gibi görülüyor. Oysa toplum bir bütündür. Bir sofrada herkesin doyması gerektiğini bilmeyen bir çocuk, ileride yalnızca kendi tabağını doldurmayı öğrenir.
Mahalle kültürü kayboldukça, toplumsal denetim de ortadan kalktı. Eskiden bir çocuk sokakta büyük birine saygısızlık yapsa, komşular uyarır, anne babasına iletirdi. Bugün biri karışsa, “sen kimsin?” deniyor. Toplumu ilgilendiren hiçbir meselede kimse kendini sorumlu hissetmiyor.
Aile Yapısı Zayıfladı
Aile, bir çocuğun görgüyle tanıştığı ilk yerdir. Ama bugün birçok çocuk sadece televizyonla, tabletle, telefonla büyüyor. Annesini yemek yerken, babasını kitap okurken görmeyen bir çocuk, hayatı nasıl öğrenecek?
Ebeveynler çalışıyor, yorgun. Evde geçirilen zaman az. Haliyle öğretilen değil, yaşanılan hayat biçimi daha etkili oluyor. Yani çocuk, “ne dediğimize” değil, “nasıl yaşadığımıza” bakıyor. Ve yaşantı zayıfsa, sözlerin anlamı olmuyor.
Birçok evde artık “sofra” kavramı yok. Her birey başka bir odada, başka bir ekranda yemek yiyor. Yemek sadece karın doyurmak değil ki; birlikte olmanın bahanesiydi. Sofra, aslında bir eğitim yeriydi.
Kitle Kültürü ve Televizyonun Etkisi
Diziler, yarışmalar, talk show’lar… Ekranlarda görgüye yer kalmadı. Bağıran, hakaret eden, küçümseyen karakterler daha çok izleniyor. Sakince konuşan, anlayışlı olan karakterler “sıkıcı” bulunuyor.
Bu dil yavaş yavaş topluma sirayet ediyor. Sosyal medyada bir video izlendiğinde, yorumlarda hakaret içeren cümleler çoğunlukta oluyor. İnsanlar düşüncelerini ifade ederken bile aşağılamayı bir tür güç sanıyor. Oysa görgü, güç değil; bilinçtir.
Eğitim Sistemi Sadece Bilgi Veriyor, Değer Vermiyor
Okullarda başarı puanla ölçülüyor. Ama davranışın puanı yok. Çocuğun sınavdan 100 alması yeterli görülüyor. Ama arkadaşına nasıl davrandığı, sırasını nasıl paylaştığı, öğretmene nasıl hitap ettiği değerlendirmeye alınmıyor.
Oysa bilgi değer değildir;Bilgiyi nasıl taşıdığıdır asıl mesele. Kibirle mi konuşuyor, yoksa tevazu ile mi? Bildiğini başkasına öğretebiliyor mu, yoksa kendine saklayıp büyüklük mü taslıyor?
Okullarda tekrar tekrar formüller öğretiliyor, ama teşekkür etmek, özür dilemek, sıraya girmek gibi davranışlar öğretilmiyor.
Ne Oldu da Unutuldu?
Cevap basit değil. Ama birden fazla sebep var. Ve her bir sebep, bizi yavaş yavaş bu noktaya getirdi.
Ama asıl mesele şu:Unutulmuş olmak, sonsuza dek kaybolmak demek değildir. Toplumlar unutabilir. Ama yeniden hatırlayabilirler de.
Görgü yeniden öğrenilebilir. Belki daha sade, daha güncel bir dille... Ama özü aynı kalmak kaydıyla.
✦Hatırlatma
1.5 – Modern İnsan İçin Görgünün Yeni Yüzü
(Sosyal Medya, Dijital Yaşam, Yeni Kuşaklar)
Görgü, sadece geçmiş zamanlara ait bir hatıra değildir. O, insanın olduğu her yerde kendine yeni bir kılık bulur. Eskiden sokakta yürürken kendini belli ederdi, şimdi ise çoğu zaman ekranın ardında gizleniyor. Ama orada da var. Sadece şekli değişti.
Dijitalleşen dünyada insanlar artık yürüyüşüyle değil; paylaştığı bir yorumla, attığı bir mesajla, yazdığı bir e-postayla tanınıyor. Yani klavyeler, yeni zamanın yüzü oldu. Ve ne yazık ki bu yeni yüz, çoğu zaman kırıcı, hoyrat, kaba ve ölçüsüz.
Klavyenin Ardındaki Kimlik: Gerçek mi, Maskeli mi?
Sosyal medya, görünmeyeni görünür kıldı. Ama aynı zamanda “kendini gizleme” fırsatı da sundu. İnsanlar anonim hesaplarla, tanımadığı insanlara karşı öyle kelimeler kullanabiliyor ki, günlük hayatta bırakın söylemeyi, düşünmeye bile cesaret edemez.
Bir yorumun altına yazılan üç kelime, bir insanı utandırabilir, kırabilir, yaralayabilir. Ama çoğu kişi bunun farkında değil. Çünkü görgü, çoğu zaman yüz yüze ilişkiye dayanır. Ve dijital dünya, o göz teması, o mimik, o utanma hissini ortadan kaldırdı.
Birisi bir fotoğraf paylaştığında, “yakışmamış”, “çirkin çıkmışsın” gibi yorumlar yazmak artık olağan kabul ediliyor. Ama düşünülmüyor: Acaba benzer bir yorum bana yapılsa ne hissederdim?
İşte görgü, bu empatiyi ayakta tutan bilinçtir.Klavye başında da olsak, bir insanla konuştuğumuzu unutmamak gerekir. Her “gönder” tuşuna basarken, kalp kırılabileceğini bilmek gerekir.
Görülmek Arzusu, Görgünün Önüne Geçti
Modern çağ, “görünmek” üzerine kurulu. Herkes beğenilmek, izlenmek, takip edilmek istiyor. Ama bu arzunun uğruna, nezaket elden bırakılıyor.
Görgü, dikkat çekmek için değil; dikkat etmek için vardır. Ama dikkat çekme hırsı o kadar büyüdü ki, insanlar “nezaketli biri” olarak değil, “fenomen biri” olarak tanınmak istiyor.
Birçok kişi, bir paylaşımı yapmadan önce “Bu nezaketli mi?” diye değil, “Kaç kişi beğenir?” diye düşünüyor. Ve bu düşünce, insanın davranış biçimini değiştiriyor.
Kalabalıkların ilgisini çekmek uğruna yalan söylemek, başkasını kötülemek, abartılı hareketler sergilemek artık sıradanlaştı. Fakat hiçbir beğeni, bir gönlü incitmeye değmez. Hiçbir takipçi sayısı, içten bir teşekkürün yerini tutmaz.
Yeni Kuşaklar, Yeni Değerler
Z kuşağı denilen gençler, geçmiş nesillerden çok farklı bir ortamda büyüdü. İnternetin içine doğdular. “Merhaba” demeden konuşmaya başlamak, onlar için sıradan bir şey. Ama bu onların kötü olduğu anlamına gelmez. Sadece farklı öğreniyorlar.
Görgüyü onlara öğreteceksek, önce onları yargılamadan anlamamız gerekir. Çünkü onlar, eskiyi küçümsemiyor; sadece eski anlatım biçimlerine uzaklar. Görgü kuralları hala gerekli ama aktarım şekli değişmeli.
Gençler için uzun nutuklar değil, kısa ama anlamlı davranışlar daha öğretici. Bir büyüğün “bunu yapma” demesi yerine, “bak ben böyle yaptım, sen de istersen deneyebilirsin” demesi daha etkili.
Yeni kuşaklara nezaketi anlatmak istiyorsak, önce onları küçümsememeliyiz. Saygı görmeyen genç, saygı göstermeyi de öğrenemez. Ve hiçbir genç, sadece yanlışlarıyla yargılanarak doğruları öğrenmez.
Dijital Adab-ı Muaşeret Mümkün mü?
Evet, mümkün. Çünkü görgü, ekranla yok olacak bir değer değildir. Aksine, ekranın ardında daha da görünür olmalı.
Mesajlaşırken:
– Noktalama işaretlerini doğru kullanmak,
– Cevap vermekte gecikince özür dilemek,
– Küçük harflerle yazılmış uzun mesajlara emek verilmiş gibi saygı göstermek…
Bunların hepsi dijital nezaketin parçalarıdır.
Bir toplu WhatsApp grubunda, sadece iş için kurulmuş bir sohbette sürekli gülücük göndermek bile görgüsüzlük olabilir. E-posta yazarken konuya “Selamlar”la başlamak, “iyi çalışmalar”la bitirmek küçük ama etkili bir adımdır.
Bunlar öğretilmezse kaybolur. Ama hatırlatılırsa kök salar.
✦Hatırlatma
1.6 – Modern İnsan İçin Görgünün Yeni Yüzü
(Sosyal Medya, Dijital Yaşam, Yeni Kuşaklar)
Görgü, sadece geçmiş zamanlara ait bir hatıra değildir. O, insanın olduğu her yerde kendine yeni bir kılık bulur.Eskiden sokakta yürürken kendini belli ederdi, şimdi ise çoğu zaman ekranın ardında gizleniyor. Ama orada da var. Sadece şekli değişti.
Dijitalleşen dünyada insanlar artık yürüyüşüyle değil; paylaştığı bir yorumla, attığı bir mesajla, yazdığı bir e-postayla tanınıyor. Yani klavyeler, yeni zamanın yüzü oldu. Ve ne yazık ki bu yeni yüz, çoğu zaman kırıcı, hoyrat, kaba ve ölçüsüz.
Klavyenin Ardındaki Kimlik: Gerçek mi, Maskeli mi?
Sosyal medya, görünmeyeni görünür kıldı. Ama aynı zamanda “kendini gizleme” fırsatı da sundu. İnsanlar anonim hesaplarla, tanımadığı insanlara karşı öyle kelimeler kullanabiliyor ki, günlük hayatta bırakın söylemeyi, düşünmeye bile cesaret edemez.
Bir yorumun altına yazılan üç kelime, bir insanı utandırabilir, kırabilir, yaralayabilir. Ama çoğu kişi bunun farkında değil. Çünkü görgü, çoğu zaman yüz yüze ilişkiye dayanır. Ve dijital dünya, o göz teması, o mimik, o utanma hissini ortadan kaldırdı.
Birisi bir fotoğraf paylaştığında, “yakışmamış”, “çirkin çıkmışsın” gibi yorumlar yazmak artık olağan kabul ediliyor. Ama düşünülmüyor: Acaba benzer bir yorum bana yapılsa ne hissederdim?
İşte görgü, bu empatiyi ayakta tutan bilinçtir. Klavye başında da olsak, bir insanla konuştuğumuzu unutmamak gerekir. Her “gönder” tuşuna basarken, kalp kırılabileceğini bilmek gerekir.
Görülmek Arzusu, Görgünün Önüne Geçti
Modern çağ, “görünmek” üzerine kurulu. Herkes beğenilmek, izlenmek, takip edilmek istiyor. Ama bu arzunun uğruna, nezaket elden bırakılıyor.
Görgü, dikkat çekmek için değil; dikkat etmek için vardır. Ama dikkat çekme hırsı o kadar büyüdü ki, insanlar “nezaketli biri” olarak değil, “fenomen biri” olarak tanınmak istiyor.
Birçok kişi, bir paylaşımı yapmadan önce “Bu nezaketli mi?” diye değil, “Kaç kişi beğenir?” diye düşünüyor. Ve bu düşünce, insanın davranış biçimini değiştiriyor.
Kalabalıkların ilgisini çekmek uğruna yalan söylemek, başkasını kötülemek, abartılı hareketler sergilemek artık sıradanlaştı. Fakat hiçbir beğeni, bir gönlü incitmeye değmez. Hiçbir takipçi sayısı, içten bir teşekkürün yerini tutmaz.
Yeni Kuşaklar, Yeni Değerler
Z kuşağı denilen gençler, geçmiş nesillerden çok farklı bir ortamda büyüdü. İnternetin içine doğdular. “Merhaba” demeden konuşmaya başlamak, onlar için sıradan bir şey. Ama bu onların kötü olduğu anlamına gelmez. Sadece farklı öğreniyorlar.
Görgüyü onlara öğreteceksek, önce onları yargılamadan anlamamız gerekir. Çünkü onlar, eskiyi küçümsemiyor; sadece eski anlatım biçimlerine uzaklar. Görgü kuralları hala gerekli ama aktarım şekli değişmeli.
Gençler için uzun nutuklar değil, kısa ama anlamlı davranışlar daha öğretici. Bir büyüğün “bunu yapma” demesi yerine, “bak ben böyle yaptım, sen de istersen deneyebilirsin” demesi daha etkili.
Yeni kuşaklara nezaketi anlatmak istiyorsak, önce onları küçümsememeliyiz. Saygı görmeyen genç, saygı göstermeyi de öğrenemez. Ve hiçbir genç, sadece yanlışlarıyla yargılanarak doğruları öğrenmez.
Dijital Adab-ı Muaşeret Mümkün mü?
Evet, mümkün. Çünkü görgü, ekranla yok olacak bir değer değildir. Aksine, ekranın ardında daha da görünür olmalı.
Mesajlaşırken: – Noktalama işaretlerini doğru kullanmak, – Cevap vermekte gecikince özür dilemek, – Küçük harflerle yazılmış uzun mesajlara emek verilmiş gibi saygı göstermek… Bunların hepsi dijital nezaketin parçalarıdır.
Bir toplu WhatsApp grubunda, sadece iş için kurulmuş bir sohbette sürekli gülücük göndermek bile görgüsüzlük olabilir. E-posta yazarken konuya “Selamlar”la başlamak, “iyi çalışmalar”la bitirmek küçük ama etkili bir adımdır.
Bunlar öğretilmezse kaybolur. Ama hatırlatılırsa kök salar.
✦Hatırlatma
1.7 – Küçük Bir Hatırlatma
Bir kitap okurken bazen bir satır diğerlerinden daha çok kalır akılda. Bir konuşmada duyduğumuz tek bir kelime, bir ömre ışık tutar. İşte bu bölümde şimdiye dek konuştuğumuz tüm kavramların özetlenmiş, sadeleştirilmiş hâlini birer hatırlatıcı olarak sunmak istiyorum. Birer kural değil, birer davet gibi… Birbirimize iyi gelmenin yolları gibi…
✦Görgü, bir davranış biçimi değil, bir bakış biçimidir. İnsanlara nasıl baktığımızı, nasıl gördüğümüzü ve onların varlığına ne kadar değer verdiğimizi gösterir.
✦Adab-ı muaşeret, geçmişin değil; insan olmanın dilidir. Çağ değişse de, insan kalmanın ölçüleri aynı kalır.
✦Nezaket, bir yük değil; insanlık hâlidir. Zorunluluk değil, gönüllü bir duruştur. Ve her gönülden gelen davranış, yerini bulur.
✦İnsanı sevmek, onunla nasıl konuştuğunuzda gizlidir. Ses tonunuzda, kelime seçiminizde, gözlerinizin duruşunda…
✦Görgü, öğrenilir. Ama önce görülmesi gerekir. Çocuklar söylediklerimizi değil, yaşadıklarımızı örnek alır.
✦Sosyal medya, sokak değildir. Ama orada da yol vardır. Ve her yol, dikkat ister. Klavye başında da yürürken olduğu gibi dikkatli olunmalı.
✦Modern çağ, saygıyı azaltmaz. Sadece tarzı değiştirir. Yeni anlatımlar eski değerleri yok etmez; yeter ki ruhunu koruyalım.
✦Her davranış bir iz bırakır. Görgü, iyi izler bırakma sanatıdır.
1.8 – Bölüm Kapanışı: İnsana Saygı, Görgünün Gerçek Yüzüdür
Bazen insan ne yapması gerektiğini unutmaz; sadece neden yapması gerektiğini unutur. Görgü kuralları da böyledir. Kimse “birine yol vermek gerek” fikrine yabancı değildir. Ama yorgun olduğunda, sinirli olduğunda, kalabalıkta sıkıldığında... bu incelikler geri çekilir.
İşte bu kitap, bu hatırlamaları tazelemek için yazılıyor.
Adab-ı muaşeret dediğimiz şey, hayatın estetikle buluştuğu yerdir. Yani bir davranışın sadece “doğru” olması değil, aynı zamanda “zarif” olmasıdır. Birine yardım etmek yeterli değildir; bunu küçük düşürmeden, gösteriş yapmadan, utandırmadan yapmak gerekir.
Bu yüzden görgü, sadece el hareketiyle tokalaşmak değil; gözlerle de selam vermektir. Yol vermek değil sadece; tebessümle eşlik etmektir. Yanında susmak değil sadece; varlığına saygı duymaktır.
Ve en önemlisi…Görgü, karşıdaki için yapılmaz. Kendi insanlığımızı diri tutmak içindir.
Çünkü biz bu dünyada sadece yaşamak için değil; birbirimize iyi gelmek için de varız. Ve bu “iyi gelme hali”, görgüyle başlar.
2.1 – Ne Kadar Bireyiz, Ne Kadar Toplumuz?
İnsanın kendine ait bir dünyası vardır: Düşünceleri, duyguları, kararları, tercihleri… Ama bir de yaşadığı toplum vardır. Kuralları, beklentileri, değerleri, sessizce dayattığı normları…
İşte asıl mesele, insanın bu iki dünya arasında nasıl bir denge kurduğudur. Ne tamamen kendi içine kapanmak… Ne de bütünüyle toplumun istediği kalıba girmek.
Birey olmak özgürlüktür; ama başkasının özgürlüğünü yok saymak değildir. Toplumun bir parçası olmak aidiyettir; ama kendini kaybetmek anlamına gelmez. İşte bu yüzden adab-ı muaşeret, tam da bu dengeyi kuran görünmez bir terazidir.
Bazı insanlar toplumsal kuralları “baskı” olarak görür. Bazıları ise bireyselliği “bencillik”le karıştırır. Oysa görgü, ne kendinden vazgeçmektir ne de başkasını yok saymak. İkisinin arasında, ince ama güçlü bir çizgide yürümektir.
Bir düğüne davetliyseniz, o düğün sizin değildir. Ama orada sizin varlığınız da anlam taşır. Bu yüzden şık giyinmek bir saygı göstergesidir. Dakik olmak, hediye götürmek, hal hatır sormak… Hepsi küçük ama toplumun ruhunu besleyen davranışlardır.
Bir otobüste yolculuk ederken yüksek sesle müzik dinlememek, Asansöre binince “günaydın” demek, Toplantıda konuşmayan birini göz hizasında selamlamak…
Bunlar bireyin toplum içindeki nezaketidir. Ve bu nezaket sadece başkalarına değil, kendine de bir saygı biçimidir.
Çünkü insan sadece kendi hayatını yaşamaz; başkasının hayatına da temas eder. Bu temasın nasıl olacağı ise, görgünün konusudur.
✦Hatırlatma
2.2 – Kalabalıklar İçinde Yalnızlık: Görgünün Terk Edilişi
Modern şehirlerde insan, ironik bir şekilde yalnızlığı en çok kalabalıkta hisseder. Asfaltın altında gömülü binlerce hikâye vardır ama kimse kimsenin gözünün içine bakmaz. Aynı asansöre bineriz, göz göze gelmemek için telefon ekranına sığınırız. Aynı apartmanda yaşarız, ama birbirimizin adını bile bilmeyiz. Aynı masada otururuz, ama ayrı ekranlarda kayboluruz.
Bunun adı yabancılaşmadır. Ve yabancılaşma arttıkça, görgü sessizce çekilir hayattan. Çünkü görgü, ancak insanlar birbirine temas edebildiğinde anlam kazanır.
Eskiden Kapılar Açılırdı, Şimdi Duvarlar Yükseliyor
Bir zamanlar “komşuluk” sadece bir mekânsal yakınlık değil; bir sosyal güvencenin adıdır. İlk çay komşuya ikram edilir, cenazede herkes bir tas çorba getirirdi. Bir çocuk sokakta düşse, onu kaldıran kişi sadece yoldan geçen biri değil; “bizden biri”ydi.
Ama şimdi? Komşunun kapısını çalmadan önce arayıp “rahatsız etmeyeyim” deniyor. Sanki komşuya gitmek, bir suç gibi görülüyor. Yalnızca acil durumlarda, o da mecbur kalınırsa...
Kapılar açılmadıkça kalpler de kapanıyor. Ve görgü, kendine yer bulamıyor.
Oysa bir zamanlar mahallenin bakkalı, sadece alışveriş yeri değil; sohbetin, haberdar olmanın, dayanışmanın merkez üssüydü. Bugün süpermarketlerde her şey var ama “insanlık ilişkisi” yok.Kimse kasiyerin gözlerine bakmaz, selam vermez, teşekkür etmez. Çünkü insan, alışverişin parçası değil; sadece nesnesi hâline gelmiştir.
Şehirde Yaşamak, Görgüyü Terk Etmek Zorunda Değil
Şehirde yaşamak, hızın içinde savrulmak demek değildir. Ama ne yazık ki, çoğu zaman böyle oluyor. Kalabalık, bireyi görünmez kılıyor. Ve görünmezleşen birey, davranışlarının sorumluluğunu da hissetmiyor.
Toplu taşımada bir kadına omuz atan bir adamın arkasında yüz kişi vardır. Ama kimse bir şey söylemez. Çünkü “bana ne” duvarı örülmüştür. Oysa sessizlik, çoğu zaman onaydır.
Şehirlerde insanlar yan yana ama ruhen ayrı yaşıyor. Aynı apartmanda yıllarca oturup bir kere bile selamlaşmayan komşular var. Aynı durakta bekleyen ama birbirine tebessüm etmeyen yüzler… Bir çocuğun elinden kitap düşse kimse eğilmez. Bir yaşlının bastonu düşse, herkes hızla yürür.
İşte burada görgü, sadece davranış değil, bir vicdan refleksi olmalı. Kimseden “halk kahramanı” olması beklenmiyor. Ama insan, gördüğü her şeyin bir parçası olduğunu unutmamalı. Çünkü şehirde birlikte yaşamak, sadece aynı binada oturmak değildir.Aynı kaderi paylaşmaktır.
Binalar Yükseldi, Bakışlar Alçaldı
Modern yaşam, gökyüzüne uzanan apartmanlar getirdi. Ama insanlar başını kaldırıp yıldızlara değil, sadece kendi balkonuna bakıyor. Yüksek katlar, insanları birbirinden uzaklaştırdı. Ve bu uzaklık, zamanla duygulara da sirayet etti.
Asansörde “merhaba” dememek, belki de en yaygın şehirli davranışıdır. Ama bu bir tercih değil; alışkanlıktır. Ve alışkanlık hâline gelen ilgisizlik, toplumda ciddi bir çatlağa dönüşür.
Bir çocuk bunu görerek büyür. Asansörde konuşmayan, sokakta selam vermeyen, birine çarpınca özür dilemeyen insanları izleyerek… Sonra aynısını yapar. Çünkü örnek aldığı kimse yoktur.
Sınırlı Alanlar, Sınırsız Bencillikler
Şehir yaşamı fiziksel olarak sınırlıdır: Dar sokaklar, kalabalık otobüsler, uzun kuyruklar… Ama bu sınırlı alanlarda insanın en çok dikkat etmesi gereken şey, başkasının varlığıdır.
Bir sinema salonunda telefonla konuşmak, Bir kütüphanede yüksek sesle gülmek, Bir restoranda garsona kötü davranmak… Tüm bunlar görgüsüzlük değil, başkalarının alanını hiçe saymaktır.
İnsanlar artık kendi merkezlerinden bakıyor. “Ben böyleyim, bu da benim tarzım” demek yetiyor. Ama toplum böyle yönetilmez. Toplum bir “ben”ler topluluğu değil; birbirini gözeten “biz”lerin birlikteliğidir.
Birlikte yaşamak; bir başkasının gölgesine, sesine, varlığına tahammül edebilmektir. Tahammül ise görgünün en zarif hâlidir.
✦Hatırlatma
2.3 – Benim Alanım, Senin Hakkın: Sınır Bilinci ve Nezaket
Bir insanın sınırları, sadece onun neye “evet” dediğiyle değil; neye “hayır” diyebildiğiyle de çizilir. Ama daha önemlisi, bu sınırların bir başkasının hakkıyla nerede kesiştiğini bilmekle olur.
Modern zamanlarda insanlar bireysel özgürlüklerini sıkça dile getiriyor:
Oysa özgürlük, bir başkasının alanına zarar vermediği sürece anlamlıdır. Ve bu zarif çizgiyi belirleyen şey, adab-ı muaşerettir.
Sınır, Bireyin Şerefidir
Bir insanın sınır tanıması; sadece saygı değil, kişilik göstergesidir.
Bunların hepsi sınır ihlalidir. Ama çoğu zaman “önemsiz” görülür. Ve zamanla bu ihlaller, toplumsal bir yozlaşmaya dönüşür.
Bir apartmanda gece geç saatte çamaşır makinesi çalıştırmak, Sokakta yüksek sesle müzik dinlemek, Otobüste ayakkabısını çıkaran birinin diğer yolcuları rahatsız etmesi…
Bunlar sadece görgüsüzlük değil, başkasının alanına izinsiz giriş demektir.
Sınır, “duvar” değildir. Ama bir çizgidir. Ve o çizgi hem bireyi korur, hem toplumu.
Nezaket, Görünmeyen Bir Mesafedir
Fiziksel olarak biriyle aynı yerde bulunmak; ruhen de yakın olmak anlamına gelmez. Ama nezaket, bu mesafeyi köprüye dönüştürür.
— Asansörde fazla kalabalık olmasın diye bir tur beklemek,
— Kütüphanede sandalyesini yavaşça çekmek,
— Restoranda konuşurken sesi ayarlamak…
Bunların hiçbiri bir zorunluluk değil. Ama bir başkasının konforunu düşünmek, medeniyetin en ince göstergesidir.
Bir misafirliğe gidildiğinde “geç oldu” demeden önce, ev sahibinin gözlerine bakmak gerekir. Yorgunluğu hissetmek, halden anlamak… İşte görgü dediğimiz şey tam da budur:Karşıdakinin söylemediğini sezmek.
Dijital Dünyada da Sınırlar Vardır
“Burası benim profilim, istediğimi yazarım.” Bu cümle, özgürlüğün mutlak ifadesi gibi görünse de, çoğu zaman sorumsuzluk barındırır.
Bir arkadaşının paylaştığı gönderinin altına, gelişi güzel yorum yapmak… Bir fotoğraf karesinde yer alan insanlardan izin almadan onu yayınlamak… Birine özel mesaj göndermek, tekrar tekrar yazmak, rahatsız etmek…
Tüm bunlar dijital sınırların ihlalleridir. Ve bu ihlaller, gerçek hayattaki saygısızlığın birer yansımasıdır.
İnternet ortamında sınırlar görünmez. Ama bu, sınırların olmadığı anlamına gelmez.
Çocuklara Sınır Öğretmek: Önce Kendimizden Başlamalıyız
Bir çocuğa sınır koymak, ona “yasak” demek değildir. Sınır, aslında güvenlik alanıdır.
Bu cümleler sadece eğitim değil, insan olmanın temel taşlarıdır.
Ama çocuk bunu kitapla değil, hayatla öğrenir. Eğer bir baba telefonda konuşurken sürekli bağırıyorsa, Bir anne başkalarının eşyalarını izinsiz alıyorsa, Bir öğretmen öğrencilerin mahremiyetine dikkat etmiyorsa…
Çocuk, “sınır” diye bir şeyin olmadığını düşünür. Ve hayatı böyle öğrenir. Oysa sınır; özgürlüğün düşmanı değil, onun koruyucusudur.
Sınır Koymak Değil, Sınır Tanımak Erdemdir
Bir insan, her istediğini yapabilir belki. Ama yapmaması gerektiğini fark ettiği yerde başlar olgunluk. Ve adab-ı muaşeret dediğimiz şey, o farkındalığın hayatla buluşmuş hâlidir.
Kimse bizden mükemmel olmamızı beklemiyor. Ama farkında olmamızı bekliyor.
Eğer bir davranışımız başkasını rahatsız ediyorsa, Eğer sözlerimiz bir kalbi kırıyorsa, Eğer varlığımız birine yük oluyorsa… Orada durmak gerekir. Ve işte tam da o anda nezaket devreye girer.
✦Hatırlatma
2.4 – Ait Olmak ve Saygı Duymak: Toplumla Uyumun Estetik Yüzü
İnsan doğası, çelişkilerle şekillenir. Hem “özel” olmak isteriz, hem “kabul görmek.” Farklı yanlarımızla öne çıkmak, ama aynı zamanda bir topluluğun parçası gibi hissetmek isteriz. Bu denge kurulamazsa kişi ya yalnızlaşır ya da silikleşir.
İşte görgü, bu iki uç arasında bir köprü kurar. Kendini ifade edebilmenin sınırlarını, başkasını ezmeden var olmanın yollarını öğretir. Ve ait olmanın, yalnızca uyum sağlamak değil; saygıyla yer edinmek anlamına geldiğini hatırlatır.
Ait Olma İhtiyacı: İnsan Ruhu Toplulukta Tamamlanır
Bir çocuğun okulda “oyuna katılmak istemesi”, Bir gencin üniversitede kulüplere üye olması, Bir yetişkinin iş yerinde “ekip” olmayı önemsemesi… Hepsi aynı temel ihtiyacın göstergesidir: aidiyet.
İnsan yalnız doğar belki, ama yalnız yaşayamaz. Birinin yanında kendini güvende hissetmek, ait olduğu yerde kabul görmek ister. Ama bu aidiyet sadece “orada bulunmak” değildir. Toplumun dokusuna zarar vermemek, hatta onu onarmak için çaba göstermek de gerekir.
Ait olmak, sadece “varım” demek değildir. “Ben de sorumluyum” diyebilmektir.
Bir apartman toplantısına katılmak, Mahallede bir ihtiyaç duyulduğunda destek vermek, Bir cenazeye, düğüne, toplu organizasyona gönüllü olarak gitmek…
Bunlar küçük gibi görünen ama toplumla aramızdaki bağı güçlendiren davranışlardır. Ve bu bağ ne kadar güçlüyse, toplum da o kadar sağlıklı olur.
Toplumla Uyum, Kendi Varlığını Kaybetmek Değildir
Bazı insanlar toplumun kurallarına karşı öfkelidir. “Beni kalıba sokmaya çalışıyorlar.” “Ben farklıyım, bana karışılmasın.” “Ne yaparsam yapayım, kimseyi ilgilendirmez.”
Bu cümleler, bireyselliğin aşırı savunusuyla şekillenmiş cümlelerdir. Ama toplum, bir sahne değil; bir ortak yaşam alanıdır. Ve ortak yaşamda her davranış yankı bulur.
Topluma uyum sağlamak, kendinden vazgeçmek değil; kendini daha nazikçe ifade etmenin yollarını bulmaktır.
Giydiğimiz kıyafetten, kullandığımız kelimelere, yürürken seçtiğimiz rota bile bir toplumsal mesaj taşır. Görgü bu mesajın dilini belirler: – Sert mi? – Hakaret dolu mu? – Umursamaz mı? – Yoksa zarif ve yerinde mi?
Sınır tanımayan birey, ait olduğu topluluğa yük olur. Ama kişiliğini yitiren birey de toplumun ruhsuz bir parçası hâline gelir. Denge, sadece dış uyumda değil; içeride var olma biçimindedir.
Saygı: Hem Var Olmanın Hem Var Etmenin Anahtarı
Saygı, ait olmanın en temel şartıdır. Ve saygı iki yönlüdür.
— Hem toplumun sana,
— Hem senin topluma duyduğun…
Bir öğretmen öğrencilerine saygı duymazsa, sınıfta disiplin uzun sürmez. Bir genç ailesine saygı duymazsa, birey olamaz; sadece başkaldıran biri olur. Bir çalışan yöneticisine saygı duymazsa, ekip ruhu oluşmaz.Ama aynı şekilde… Toplum bireye saygı duymazsa, birey de aidiyet hissini yitirir.
Bugün birçok genç “topluma karışmak” istemiyor. Çünkü dışlandıklarını, anlaşılamadıklarını, yargılandıklarını düşünüyorlar. Onları kazanmamız için önce dinlememiz gerekiyor. Ve onlara “yer açmamız”… Açıkça değil belki ama davranışlarımızla: “Burada senin de söz hakkın var.” diyerek.
Zarafet: Uyumun Estetik Formu
Toplumla uyum sadece davranışla değil, tarzla da ilgilidir. Bu nedenle zarafet, adab-ı muaşeretin estetik yönüdür. Zarafet nedir?
Toplumsal Uyum, Ortak Değerlerde Buluşmakla Olur
Türkiye gibi kültürel olarak zengin, aynı anda çok farklı gelenekleri bir arada yaşatan bir ülkede, toplumsal uyum kolay değildir. Ama mümkün olan şudur:Görgü, ortak değer hâline gelebilir. Siyasi görüşler, yaşam tarzları, ekonomik durumlar farklı olabilir. Ama bir insan, başka bir insana hakaret etmeden konuşmayı biliyorsa; Trafikte sabretmeyi, sırada beklemeyi, göz göze geldiğinde tebessüm etmeyi biliyorsa... O toplum hâlâ “biz” olabilir.
✦Hatırlatma
2.5 – Bireysel Sorumluluk, Toplumsal Refleks: Görgünün Yayılma Gücü
Bir çiçeğin kokusu nasıl sadece kendine değil, etrafına da yayılırsa… Bir insanın nezaketi de yalnızca kendisi için değildir; çevresine siner. Ve bu koku; mekâna, zamana, kişilere nüfuz eder.
Toplum dediğimiz yapı, bireylerin toplamından ibaret değildir. Her birey, bir dalga gibidir. Bir bakışı, bir sözü, bir hareketi… Başka birini etkiler. Ve o başka biri, bir diğerini…
İşte bu zincirlemedir ki; görgü, bazen sözlükte tanımı yapılmadan bir toplumun damarlarına işler.
Bir Davranış Bin Davranışı Tetikler
Toplu taşıma aracında yaşlı birine yer vermek, sadece o kişiyi memnun etmez. Aynı anda izleyen diğer yolcularda bir bilinç uyandırır. Belki biri kendi içinde bir vicdan muhasebesi yapar. Belki başka bir gün, o da aynı duyarlılığı gösterir. Ve işte o zaman, bir toplumun damarlarında bir kıpırtı başlar.
Bir baba, çocuğunun yanında trafikte sinirlenmeden davranırsa… O çocuk büyüdüğünde sadece kuralları değil; duyguları yönetmeyi de öğrenmiş olur.
Bir kadın markette kasiyere “kolay gelsin” diyorsa, Arkasındaki sırada bekleyen biri, o sözün sıcaklığına tanık olur. Ve belki o da hayatına böyle küçük ama değerli ifadeler ekler.
Görgü, bulaşıcıdır. Ama öfke de öyledir. Bu yüzden hangi duyguyu yaymak istediğimiz, nasıl bir toplumda yaşamak istediğimizi belirler.
Refleksler, Toplumun Ahlaki Kaslarıdır
Bir toplumun gerçekten “görgülü” olduğu, kriz anlarında ortaya çıkar. Bir depremde sıraya girenler… Bir yangında panik yapmadan yaşlılara öncelik tanıyanlar… Bir kazada cep telefonunu çıkarıp çekmek yerine, yardıma koşanlar…
İşte bunlar toplumsal reflekslerdir. Ve bu refleksler bir günde oluşmaz. Yıllar boyunca bireylerin gösterdiği küçük ama ısrarlı davranışlarla şekillenir.
Bir refleksin oluşması için önce içselleşme gerekir. İçselleşme için de, tekrar ve örnek gerekir. Bu da bireyde başlar.
Bir öğretmen sınıfa gülümseyerek girerse… Öğrenciler onun sadece ne anlattığını değil, nasıl anlattığını da öğrenir. Ve yıllar sonra o öğrenciler, başka birine o gülümsemeyi taşır.
Bir camide cemaat birbirine yer açarsa… Bir düğünde insanlar samimiyetle tokalaşırsa… Bir minibüs şoförü yolcunun elindeki poşeti tutmasına yardım ederse…
Tüm bunlar, toplumun iç refleksidir. Görgü, bu reflekslerin mayasıdır.
“Ben Değilsek Kim?” Sorumluluğu
Birçok insan şöyle düşünür:
— “Ben tek başıma ne değiştirebilirim ki?”
Bu cümle zararsız gibi görünür ama büyük bir felaketi çağırır. Çünkü her birey kendini önemsiz görürse, hiçbir değer ayakta kalmaz.Oysa sormalıyız:
Görgü, sorumluluk duygusuyla birleştiğinde bir harekete dönüşür. Bu hareket belki büyük devrimler yaratmaz. Ama bir gönülde iz bırakır. Ve gönülden gönüle yayılan bu izler, bir gün bir toplumu değiştirir.
Toplum, Her Gün Yeniden İnşa Edilir
Bir toplumu inşa edenler, sadece mimarlar değildir. Öğrenciler de… Garsonlar da… Temizlik görevlileri de… Polisler, doktorlar, çiftçiler, esnaf, emekli amcalar, parkta oynayan çocuklar da…
Çünkü toplum dediğimiz şey, birlikte yaşama sanatıdır. Ve bu sanatın inceliği, davranışlardaki zarafette gizlidir.
Bugün yapılan bir iyilik, belki aylar sonra başka bir yerde yeniden doğar. Bugün verilen bir selam, bir kalbin kapanmasını engeller. Bugün edilen bir teşekkür, yorgun bir ruhun yıkılmasını önler.
Küçük bir davranış, büyük bir şifa olabilir. Görgü bu şifanın adıdır.
✦Hatırlatma – Görgü, önce bireyde başlar; sonra topluma yayılır. – Her davranış, başkasının davranışını etkiler. – Sorumluluk, değişimi başlatan ilk adımdır. – Küçük davranışlar, büyük değerleri yaşatır.
Birey ile toplum arasındaki ilişki, yalnızca sosyal bir zorunluluk değil; ahlaki bir birlikteliktir. Görgü bu birlikteliğin dili, zarafeti, sınırı ve şifasıdır. Ve unutmayalım:Bir toplumun düzeyi, bireylerin birbirine nasıl davrandığında gizlidir.
3.1 – Selamlaşmak: Sözsüz Bir Köprünün İlk Taşı
Bir insanın diğerine “görüldüğünü” hissettirdiği ilk ân… İşte selam tam da budur. Var olduğunu, fark edildiğini, değer verildiğini anlatmanın en sade ama en güçlü yoludur.
Eskiler selamı öyle kolay vermezdi; Ama verdiklerinde öylesine içten ve berraktı ki, karşı taraf sadece selam almazdı—kendini alır gibi hissederdi.
Bugün ise çoğu zaman ya unutulmuş ya da bir alışkanlık gibi, ruhsuzca söyleniyor:
Oysa selam, sadece bir kelime değil; bir ilişki davetidir. Hem söylenişiyle hem de niyetiyle bir anlam taşır.
Selam Vermek, Görgünün İlk Adımıdır
Bir sokakta yürürken tanımadığın birine selam vermek, Komşuyu görünce başını çevirmek yerine göz göze gelip “hayırlı günler” demek… Aslında insan olmanın en ilk ve en son adımıdır.
Çünkü selam vermek, karşıya “senin varlığını tanıyorum” demektir. Bu da bir insan için, belki de en büyük ihtiyaçtır:Tanınmak, fark edilmek, görünür olmak.
Bir market kasiyerine “kolay gelsin” demek, Otobüse binerken şoföre “iyi akşamlar” demek, Bir binaya girerken güvenliğe başını eğerek gülümsemek… Bunların hiçbiri uzun sürmez, ama gün boyu etkisi kalır.
Selam Almak, Küçük Bir Varlık Onayıdır
Selam vermek önemli ama selam almak daha da incelik ister. Çünkü bir insan size selam verdiğinde, onun varlığını kabul etmiş olursunuz. Selamı duymamış gibi yapmak, sadece kabalık değil; bir insanı yok saymaktır.
Kimi insanlar selamı “önemli değil” gibi görür. Oysa bir toplumda selam yoksa, göz teması da, gönül teması da yavaş yavaş kaybolur.
Unutmayalım:
Herkese Selam Verilir mi?
Bu soru sıkça sorulur.
Elbette herkesin sınırlarına saygı duyarak, Korkutmayacak, tehdit etmeyecek şekilde… Ama uygun bir ortamda, yumuşak bir ifadeyle selam vermek, toplumun mayasında var olan bir davranıştır.
Bir apartman koridorunda karşılaşılan komşuya, Sırada beklerken göz göze gelinen kişiye, Aynı asansöre bindiğin yolcuya…
Hepsi birer fırsattır. Ve bu fırsatlar kaçırıldıkça, yalnızlık artar.
Selam Vermek Kültürü Yeniden Nasıl Dirilir?
Bunun tek yolu var:Önce biz başlarız.
Bir gün, iki gün, üç gün… Zamanla insanlar alışır. Belki önce garipserler. Ama sonra kendileri de başlar.
Çünkü görgü, önce küçük halkalarla yayılır. Ve bu halkaların merkezi her zaman bireydir.
✦Hatırlatma
3.2 – Toplu Taşıma, Ortak Alanlar ve Görgü
Bir sabah metrobüs… Bir akşam dolmuş… Bir öğle saatinde belediye otobüsü ya da metro…
Aynı şehirde binlerce insanın gününü birlikte başlatıp birlikte sonlandırdığı bu araçlar, sadece ulaşım değil; aslında bir toplumsal sahnedir. Ve bu sahnede sergilenen davranışlar, bir toplumun ne kadar görgülü ya da ne kadar sabırsız olduğunu açıkça gösterir.
Otobüste ayakta duran yaşlıyı gören ama görmemeyi seçen genç… Kulaklıksız müzik dinleyen biri… Koltukta bacaklarını iki yana açarak üç kişilik yer kaplayan başka biri… Tüm bunlar sadece görgüsüzlük değil; toplumun iç dengesine verilen zararlardır.
Toplu Taşıma Birbirimize Tahammül Etme Yeridir
Toplu taşıma, bireysel değil; kolektif yaşamanın küçük bir örneğidir. Ve bu küçük alanda birbirimize nasıl davrandığımız, büyük şehir hayatındaki karakterimizi yansıtır.
Bunların hiçbiri zahmetli değil. Ama uygulandığında insanın kendine olan saygısı da artar.
Çünkü insan, başkasına gösterdiği saygı kadar kendine de saygı duyar.
Koltuk Görgüsü Diye Bir Şey Vardır
Toplu taşımada en çok tartışma koltuk üzerine olur. Oturmak herkesin hakkı, evet.Ama otururken başkasının rahatı hiçe sayılıyorsa, bu artık “hak” olmaktan çıkar.
Yan koltuk boşken çantanızı oraya koymak, Bir yaşlıya yer vermemek, Yanınızdaki kişiye omzunuzu yaslayarak yer kaplamak…
Bunlar, kimseye yüksek sesle hakaret içermese de,saygı yoksunluğudur.
Görgü sadece sözle değil, beden diliyle de yaşanır.
Sessizlik, Ortak Alanların En Büyük Nezaketidir
Toplu taşıma araçlarında sessiz kalmak, kendiniz için değil; başkaları için önemlidir.
Bunların hepsi, başkasının alanına saygı göstermemek anlamına gelir. Ve bu, insanları sinirlendiren, yoran, uzaklaştıran en büyük etkenlerden biridir.
Bazı insanlar bu davranışları “ben böyleyim” diye savunur. Ama “ben böyleyim” demek, toplumsal sorumluluğu reddetmek demektir. Ve kimse toplumun içinde sadece kendisi için var değildir.
Bekleme Sıraları, Gerçek Görgü Testidir
Otobüs durakları, metro turnikeleri, minibüs bekleme alanları… Bunlar sabrın ve görgünün en çok test edildiği yerlerdir.
Bu cümlelerin hepsi, o anda belki birkaç saniye kazandırır. Ama toplumun düzenine dakikalarca zarar verir.
Sıraya saygı, başkasının hakkına saygıdır. Ve bu saygı olmadan hiçbir adalet duygusu gelişemez.
Çünkü adalet sadece mahkemede aranmaz; Toplu taşımada sıraya girerken, yemek kuyruğunda beklerken, bankamatikte yer verirken başlar.
Asansör, Tuvalet, Oturma Alanı: Sessiz Alanların Görgüsü
Sadece toplu taşıma değil, ofis asansörü, kamu binası oturma salonu, kütüphane, AVM otoparkı gibi alanlarda da görgüye ihtiyaç vardır.
– Asansöre binince “günaydın” demek, – Tuvalette temizlik kurallarına uymak, – Ortak çöp kutusunu usulüne uygun kullanmak…
Bunlar kimse tarafından alkışlanmaz. Ama yapılmadığında herkes rahatsız olur.
İşte görgü; alkış için değil, huzur için yapılan davranışların bütünüdür.
Toplu Taşıma, Eğitimin Uygulama Alanıdır
Bugün çocuklara kitaplardan “nezaket kuralları” okutuluyor. Ama gerçek eğitim, bir çocuğun yanında otobüste ayağa kalkmaktır. Bir çocuğun, bir büyüğün başkasına yer verdiğini görmesidir.
Çünkü çocuklar görgüyü kelimelerden değil, hareketlerden öğrenir.
Ve görgü, yazı tahtasında değil; toplu taşımada, sokakta, pazarda, bankada, sırada öğretilir.
✦Hatırlatma
3.3 – Misafirlik ve Ev Sahipliği: İki Taraflı Zarafet
İki insanın birbirinin özel alanına konuk olduğu yer: bir ev. Ve o evin içinde oluşan her temas, sadece fiziksel değil; aynı zamanda duygusal bir temastır.
Birinin evine gitmek, onun mahremiyetine, hayat düzenine, zamanına ve alışkanlıklarına dâhil olmaktır. Ve evimize gelen birini ağırlamak, sadece çay ikram etmek değil; kendi ruhumuzu da paylaşmaktır.
İşte bu yüzden, misafirlik ve ev sahipliği; görgünün en çok derinleştiği, bazen en çok ihlal edildiği alandır.
Misafirlik: Rahatsız Etmeden Ziyaret Etmenin Sanatı
Misafirlik bir lütuftur; ama onu kıymetli kılan, ev sahibini zorlamadan gerçekleşmesidir.
Bunlar sadece kabalık değil, ev sahibinin sınırlarına yapılan ihlallerdir.
İyi bir misafir, girdiği yere ağırlık değil; huzur getirir. Ayakkabısını sessiz çıkarır. Çocuklarıyla geldiğinde onları kontrol eder. Evdeki düzene dikkat eder. İçeri girdiğinde sadece kendini değil; saygısını da getirir.
Ayrılırken sadece vedalaşmaz; duayla, minnetle, zarafetle evden ayrılır.
Ev Sahipliği: Ağırlamak Değil, Değer Vermek
Ev sahibi olmak, ikram sunmaktan çok daha fazlasıdır. İkramın miktarı değil, şekli önemlidir.
Bu tür davranışlar sadece görgü değil; insani inceliktir.
Ev sahibi, misafirin ruhunu okur gibi davranmalı: Kendisini anlatmasına fırsat verir, yargılamaz, nasihat etmez, sıkmaz…
Ve unutmamalıdır:En iyi ev sahipliği, misafirin bir an önce tekrar gelmek isteyeceği kadar huzur bulduğu ortamdır.
Gidilecek Zamanı Bilmek, Kalınacak Yeri Anlamak
Misafirliğin süresi çok önemlidir. Bir ziyaretin anlamlı olması için saatlerce sürmesine gerek yoktur. Kısa ama içten bir ziyaret, uzun ama yorgun bırakan bir ziyaretten daha kıymetlidir.
Ziyaret zamanına dikkat etmek: – Sabah çok erken veya akşam çok geç olmamak… – Özellikle yemek saatlerinde haberli gitmek… – Bayramlarda, özel günlerde “herkesin geleceğini” düşünerek planlamak…
Bu incelikler, karşı tarafın hayatına duyulan saygının göstergesidir.
Misafirliğe bir başka kişiyle gidilecekse, bunu önceden söylemek… Çocukla gidiliyorsa çocuğun davranışlarını gözetmek… Ev sahibi yorgunsa, ziyaretin kısa tutulması…
Hepsi sessiz ama çok etkili görgü davranışlarıdır.
Bayramlaşma: Gelenekle Görgünün Kesiştiği Nokta
Bayramlar, misafirlik kültürünün en yoğun yaşandığı zamanlardır. Fakat bayramlarda bile görgü esastır.
— Ziyarete gitmeden önce telefon etmek,
— Kalabalık oluşacaksa saat planlaması yapmak,
— Ev sahibi ne ikram ederse onu almak, özen göstermek…
Gelenekler yaşasın diye yapılan ama içinde incelik barındırmayan hiçbir davranış, nezaket taşımaz.
Küçük bir çocuğa “şunu oku da bayram harçlığını verelim” demek, onun onuruyla oynayabilir. Bir evde “siz hâlâ bu koltuk takımını mı kullanıyorsunuz?” demek, hem saygısızlık hem düşüncesizliktir.
Görgü, Ne Söylenirse Değil, Ne Hissettirilirse Oradadır
Misafirlikte en çok dikkat edilmesi gereken şey şudur:Kendinizi değil, saygınızı götürün. Kendinizi ifade etmek değil, karşınızdakini anlamak önemlidir.
Ev sahibi olarak da “ne verdim” değil, “ne hissettirdim” diye düşünmek gerekir. Görkemli bir masa değil, gönül doygunluğu kalır akılda.
✦Hatırlatma
3.4 – Yemek Adabı: Sofrada Görgünün İncelikleri
Sofra… Yalnızca yemeklerin dizildiği masa değil; aynı zamanda duygu, dikkat, düzen ve değerlerin harmanlandığı yerdir. Bir sofranın etrafına oturmak, sadece bedenleri değil; kalpleri de bir araya getirir. Ve işte bu yüzden, sofra görgüsü sadece kaşık-çatal tutma biçimi değil; insanlık zarafetinin sessiz dilidir.
Sofraya Oturmak, Katılmak Değil; Saygı Göstermektir
Eskiden sofraya oturmak başlı başına bir eylemdi. Herkes gelmeden yemeğe başlanmazdı. Anne tabaklara pay ederken bir çocuk sessizce bekler, babanın duası duyulmadan kaşık yemeğe değmezdi.
Bugün çoğu evde insanlar farklı saatlerde yemek yiyor. Aynı masaya oturmadan, bazen ekran karşısında, bazen ayakta, bazen telefona bakarken…
Oysa sofra bir yerdir; ama aynı zamanda bir zaman ve dikkat alanıdır.
– “Afiyet olsun” demek,
– Masaya oturmadan elleri yıkamak,
– Sofra kurulurken yardım etmek,
– Yemeğe birlikte başlamak…
Tüm bunlar sadece görgü değil, birlik bilincidir.
İkram Alırken Gözetmek, Sofrada Eşitliktir
Bir sofrada en dikkat çekici davranışlardan biri, ikram alma biçimidir. Biri tabağına yemek doldururken diğerlerinin alıp alamayacağını gözetmiyorsa, orada görgü eksiktir.
İkram, önce büyükten küçüğe uzanır. Yemeğe düşkünlük ayıp değilse de,başkasının hakkını gözetmeden hareket etmek ayıptır.– Bir yemekten son kalan lokmaya kimsenin uzanmadığı o sessizlik anı, – Misafir tabağına önce konulan küçük porsiyonlar, – “Şunu beğendiysen biraz daha al” diyen ev sahibinin zarafeti…
Tüm bunlar sofranın dilidir. Ve bu dil, saygı kadar paylaşmayı da öğretir.
Konuşmak mı, Dinlemek mi? Sofrada Söz Görgüsü
Sofrada konuşmak güzeldir. Ama herkes konuştuğunda ses yükselir, gürültü artar, dikkat dağılır. Oysa bir sohbet varsa, o bir düzen içinde akmalıdır.
– Sofrada ağız doluyken konuşmamak,
– Kimsenin sözünü kesmemek,
– Özellikle çocukların fikrine yer vermek…
Çünkü çocuk sofrada sadece yemek yemeyi değil;toplum içinde konuşmayı, susmayı, beklemeyi, katkı sunmayı da öğrenir.
Bir büyüğün “sen bu konuda ne düşünüyorsun?” diye bir çocuğa söz vermesi, sadece incelik değil; bir öğretim anıdır.
Misafir Sofraları: Gösteriş Değil, Gönül Kurmak
Evimize gelen bir misafir için sofra kurmak, sadece yemek ikramı değil;kalbimizi açmaktır.
Ancak bazen bu durum bir yarışa dönüşür.
– "Şunu da yaptım, bunu da dene, beğendin mi?"
– “Ben bunu özel getirdim, herkes övüyor…”
– “Kalkma, daha bitmedi, otur otur…”
Misafiri yormak, ısrar etmek, doymuşken zorla tatlı ikram etmek… Bunların hiçbiri zarafet değildir. İkram ederken de bırakırken de ölçü ve sezgi gerekir.
Yemek sonrası çay, sohbet, meyve ikramı da bu ölçüye dahil olmalı. Önemli olan, misafirin içini ferahlatmak; midesini değil.
Temizlik, Sessizlik ve Tevazu: Sofranın Sessiz Kuralları
– Yemekten önce ellerin yıkanması…
– Sofrada kibirli sözlerden, aşırı övgülerden kaçınmak…
Bunlar küçük gibi görünen ama sofra adabını belirleyen esaslardır. Sofrada sessizlikle, duruşla, davranışla bir ruh hâli oluşur. Ve bu ruh hâli, o evin görgü düzeyini belli eder.
İyi bir sofrada insanlar sadece doymuş değil;doyurulmuş, değer görmüş ve hatırlanmış hisseder.
✦Hatırlatma
3.5 – Kamusal Alanlarda Görgü: Sokakta, Parkta, Lokantada, Kütüphanede
Kamusal alanlar, kimsenin kişisel mülkiyetinde olmayan; ama herkesin bir miktar sorumlu olduğu yerlerdir. Bu alanlarda sergilenen davranışlar, “ben böyleyim” diyerek açıklanamaz. Çünkü orada artık sadece “ben” yoktur; biz vardır.
Sokaklar, parklar, bekleme alanları, kafeler, kamu kurumları, kütüphaneler… Hepsi birbirini tanımayan insanların bir araya geldiği, ama aynı saygı kodlarıyla var olmaları gereken yerlerdir.
Ve bu ortak yaşamın dili görgüdür.
Sokakta Yürümek de Görgü Gerektirir
Sokakta yürümek, başlı başına bir davranış biçimidir. Yolun ortasını kapatmadan yürümek… Cep telefonuyla konuşurken başkalarının dikkatini dağıtmamak… Bağırarak gülmemek, yüksek sesle şarkı söylememek, küfretmemek…
Bunlar sadece yasa konusu değil, görgü konusudur.
Bir kaldırımı yan yana beş kişi işgal ettiğinde, karşıdan gelen tek bir kişinin hakkı çiğnenir. İnsanlar bazen “ben bir şey yapmadım” der ama aslında yaptıkları değil, başkalarına bıraktıkları etki önemlidir.
Yol vermek sadece trafikte değil; kaldırımda da, sırada da, giriş çıkışta da bir saygı alışverişidir.
Parklar ve Çocuk Alanları: Ortak Keyif, Ortak Sorumluluk
Parklar sadece çocukların değil, yetişkinlerin de nefes alanıdır. Ama parkta geçirilen zamanın nezaketi; alanı nasıl kullandığımızda gizlidir.
– Banklarda yere çamurlu ayakkabı bırakmamak…
– Çocuk parkında yüksek sesle müzik açmamak…
– Çöpünü yere atmamak, yanına bırakmamak…
– Çocuğu oyun oynarken başkasını itip kakmaması için gözlemlemek…
Tüm bunlar yalnızca "çevre temizliği" değil; toplumsal görgü meselesidir.
Çocuğun davranışı, ebeveynin öğretisidir. Ve parkta gözlemleyen her çocuk, başka çocuklardan da öğrenir.
Bu yüzden parklar, hem eğlence hem de nezaket eğitimi alanıdır.
Lokantada, Kafede, Çay Ocağında: Mekân Görgüsü
Bir masaya oturmak, sipariş vermek, garsonla konuşmak… Tüm bunlar aslında görgüyle şekillenir.
– Sipariş verirken saygılı bir tonla konuşmak,
– “Lütfen” ve “teşekkür ederim”i eksik etmemek,
– Masayı kirli bırakmamak,
– Sesli telefon konuşmalarını mümkünse dışarıda yapmak…
Bu alanlar evimiz gibi değildir. Ama herkese açık olduğu için herkese aitmiş gibi davranılması gerekir.
Küçük bir kafenin içinde bağıra bağıra konuşmak, Bir çay ocağında çalışan garsona emir verir gibi davranmak, Oturduğu masayı saatlerce meşgul edip tek bir çayla beklemek…
Bunlar bazen yasal olarak sorun değildir ama görgü açısından fazlasıyla ağırdır.
Kütüphane, Hastane, Resmî Daire: Sessizliğin Değer Olduğu Alanlar
Bazı kamusal alanlar vardır ki; orada gösterilecek en büyük saygı, sessizliktir.
– Kütüphanede telefonla konuşmamak…
– Hastanede koridorda kahkaha atmamak…
– Resmî kurumda sırasını beklerken huzursuzluk yaratmamak…
Bu alanlarda insanlar ya öğrenmeye, ya iyileşmeye, ya da çözüm aramaya gelir. Ve hepsi belirli bir gerilim altındadır.
Birinin gürültüsü, başka birinin dikkatini bozar. Birinin hoyratlığı, diğerinin sabrını zorlar.
Kamusal alanlardaki görgü, sadece “toplumsal düzen” için değil; insanî denge için şarttır.
Kıyafet, Beden Dili, Bakış: Görgü Görünür Hâlde
Kamusal alanlarda nasıl giyindiğimiz, nasıl baktığımız, nasıl durduğumuz da toplumsal görgünün bir parçasıdır. Her insan istediği gibi giyinme hakkına sahiptir. Ancak bu özgürlük, başkasına hakaret eden ya da dikkat çekmek için kullanılan bir araca dönüşüyorsa; görgü çizgisi aşılmış demektir.
Aynı şekilde:
– Uzun uzun göz teması kurmak,
– Bedensel alan ihlali yapmak,
– Başkalarının özel konuşmalarını dinlemek, müdahale etmek…
Bunlar dışarıdan küçük görünse de, bireysel alanı zedeleyen ciddi nezaketsizliklerdir.
Görgü bazen sadece oturuşta, yürüyüşte, bekleyişte bile kendini gösterir.
✦Hatırlatma
4.1 – Aile İçinde Görgü: En Yakınlara En Büyük Saygı
“Evde nasılsan, toplumda osun.” Bu cümle, sadece bir atasözü değil; bir karakter aynasıdır. Çünkü insan görgüyü önce evde öğrenir. Ve ne kadar sevgi dolu bir ailede büyürse büyüsün, sevgi tek başına yeterli değildir. Saygı yoksa, ilişki yıpranır. Nezaket yoksa, kalpler kırılır.
İnsan bazen dışarıya karşı daha naziktir de, en sevdiklerine karşı hoyrattır. Oysa asıl görgü, en yakınındakine karşı gösterdiğin özenle ölçülür.
Anne Babaya Saygı, Eşler Arasında Nezaket
Aile içinde görgünün ilk halkası, anne babaya saygıdır. Ama bu saygı, sadece “ayağa kalkmak” ya da “el öpmek” değildir. – Ses tonuna dikkat etmek, – Sözünü kesmemek, – Alay etmemek, – Küçük düşürücü cümlelerden kaçınmak…
Bir anneye “tamam anne ya!” derkenki ton, bazen koca bir geçmişi incitir. Bir babanın “sen ne anlarsın ki” diye hor görülmesi, sadece söz değil; bir köke saygısızlıktır.
Eşler arasında da görgü, günlük yaşamın küçük ayrıntılarında saklıdır.
– Eşine hitap ederken saygı dozu korunur mu?
– Hata varsa düzeltme şekli nasıl?
– Yemekte, misafirlikte, çocuklar yanında birbirine nasıl davranıyorlar?
Bir kadının eşi için “böyle adam mı olur?” demesi de, Bir erkeğin eşine “herkese söyle, nasıl rezil ettin beni!” demesi de, görgünün yıkıldığı anlardır.
Unutulmamalı:Görgü sadece yabancıya değil, evdekilere karşı da yaşatılır.
Kardeşlik İlişkileri: Eşitlik, Sorumluluk ve Sevgide Ölçü
Kardeşlik ilişkisi, evdeki en güçlü bağlardan biridir. Ama bu bağ da bazen sınır tanımazlıkla, kıskançlıkla, hoyratlıkla örselenebilir.
– “Sen küçüksün, karışma.”
– “Ağabeyin konuşuyorsa sus!”
– “Zaten hep o haklı…” gibi cümleler,
evde çocukların görgü terazisini bozar.Çünkü çocuklar evde yalnızca adaleti değil; birbirine saygı göstermeyi de öğrenmelidir.
Birbirinin eşyasına izinsiz dokunmamak, Hediye verildiğinde sevinmeyi öğrenmek, Kardeşin duygularını küçümsememek…
Bunlar sadece davranış değil; değer taşıyan ilişkilerin temelidir.
Hitap Şekilleri: Dilin Terbiyesi Evde Başlar
Bir çocuğun anne babasına, bir eşin diğerine, bir kardeşin ötekine nasıl hitap ettiği; o evdeki saygı düzeyini gösterir.
– “Babam”, “babacığım”, “bey”, “canım”, “abla”, “teyze”, “dayı” gibi kelimeler sadece sesleniş değil; değer ifadesidir.
Evde “lan”lı konuşmalar, sürekli ünlemle başlayan cümleler, alaycı dil… Tüm bunlar dışarıda toplumun aynasına yansır.
Çünkü evde dil kirliyse, sokakta davranış bozulur.
Ev Düzeni ve Sorumluluk: Paylaşımda Görgü Vardır
Evde herkesin yeri bellidir, evet. Ama bu yerler sınıf değil; sorumluluk alanıdır.Evin tüm yükü bir kişinin üzerinde bırakılıyorsa, orada saygıdan söz edilemez.
– Erkek çocuğa “sen karışma” deyip, kız çocuğuna mutfak sorumluluğu yüklemek,
– Evin küçüklerine “büyü de yaparsın” deyip hiçbir şey öğretmemek,
– Anne ya da baba evdeki işleri görünmez saymak…
Bunlar, nesiller boyu devam eden görgü eksiklerinin mirasıdır.
Evde birlikte yemek yapılmalı, Masaya birlikte oturulmalı, Çocuklara yaşına göre sorumluluk verilmelidir. Ve bu süreçte kullanılan dil, teşvik edici ve şefkatli olmalıdır.
✦Hatırlatma
4.2 – Akrabalık İlişkilerinde Görgü: Ziyaret, Telefon, Düğün, Cenaze Adabı
Akrabalık; kan bağıyla, evlilikle ya da geçmişte paylaşılan bir yaşanmışlıkla kurulan özel bir bağdır. Ama bu bağ, kendi başına güçlü kalamaz. Ancak saygıyla, ölçüyle, karşılıklı anlayışla ayakta durur.
Görgü; bir akrabanın kalbine saygıyla varmak, bir mesafeyi incelikle korumak, bir iletişimi kırmadan sürdürmek demektir.
Ve çoğu zaman bu görgü, küçük anlarda şekillenir: Bir ziyaretin zamanında olmasıyla, Bir telefonun uygun saatte açılmasıyla, Bir düğün davetine cevapla, Bir taziyede edilen birkaç kelimeyle…
Akraba Ziyaretleri: Yakınlık Hakkı Değil, Duyarlılık Gerektirir
Akrabalık yakınlıktır, evet. Ama bu yakınlık, sınırsızlık anlamına gelmez.
– “Ben senin teyzenim, çat kapı gelirim.”
– “Oğlumun sünneti var, çağırdık, gelmedi, darıldım.”
– “Senin kocan beni aramıyor, bana mı düştü?”
Bu cümlelerin ardında çoğu zaman niyet iyidir, ama ifade kırıcıdır.
Akraba ziyareti yaparken dikkat edilmesi gereken temel ilkeler şunlardır:
Ve belki de en önemlisi:Gidilen evi denetler gibi bakmamak, kıyaslamamak, yorumlamamak.
– “Kaç odanız var?”
– “Bu koltukları değiştirmediniz mi hâlâ?”
– “Sen kilo mu aldın?”
Bunlar sadece görgüsüzlük değil; ilişki yoran sözlerdir.Ziyaret, “orada ne buldun” değil; “orada ne hissettirdin” meselesidir.
Telefon ve Mesaj Görgüsü: Yakınlık Hakkı, Zaman Sınırı
Akraba olmak, 7/24 iletişim hakkı vermez. Hele ki telefonlar ve mesajlaşma uygulamaları çağında, zamanlama daha da önemlidir.
– Gece geç saatte aramamak,
– Bir mesaj atıldığında cevap bekleme süresine saygı duymak,
– “Gördün ama dönmedin” gibi yargılayıcı tavırdan kaçınmak…
Bunlar modern zamanın iletişim görgüsüdür.Akrabalar arasında bile olsa, “anında cevap alma” beklentisi, karşıdakinin hayatına saygısızlıktır.
Bir de “sadece arayınca arayan” kişiler vardır. İlişkilerin karşılıklı olduğu unutulmamalı. Telefon, sadece çaldığında açmak için değil; hal hatır sormak, gönül almak için de kullanılmalı.
Düğün ve Özel Gün Adabı: Kutlama, Kıyas Olmamalı
Düğünler, nişanlar, doğumlar… Akrabalar arasında en çok kıyasın ve görgü testinin yaşandığı alanlardır.
– “Şunlar bizim düğüne altın getirmedi, biz de götürmeyelim.”
– “İyi ki gitmemişim, çok sıradandı zaten.”
– “Gelin şöyleydi, damat böyleydi…”
Bu tür cümleler, törenlerin ruhunu zedeler. Akrabalık, bir törene “hesap görmek” için değil; mutluluğa ortak olmak için katılır.
Düğüne gitmek bir görgü göstergesidir. Ama gidememek de bir saygısızlık değildir. Mazeret bildirmek, tebrik etmek, küçük bir notla gönül almak… bunlar da görgünün parçalarıdır.
Kutlamalar; gösteriş değil, birlik vesilesi olmalıdır.
Cenaze, Taziye, Hasta Ziyareti: Sessizce Değer Vermek
Görgünün en çok sınandığı yerler, acının yaşandığı anlardır. Cenazeye giden kişi orada sadece durmaz; saygısıyla yas tutar.
– “Kaç kişi vardı?” diye sormak,
– Taziye evinde yüksek sesle konuşmak, gülmek, espri yapmak,
– “Zaten hastaydı, belliydi” gibi gereksiz cümleler kurmak…
Bunların hepsi sadece edepsizlik değil; acının üstüne yük bindirmektir.
Taziye görgüsü:
– Sessiz girmek,
– Otururken göz teması kurmak,
– Sarılarak ya da elini tutarak “başın sağ olsun” demek,
– Uzun uzun konuşmamak, tavsiye vermemek…
Hasta ziyareti ise daha kısa, daha ölçülü, daha moral verici olmalıdır:
– “Bana ne zaman sıra gelecek bakalım” gibi esprilerden uzak durulmalı,
– Hasta kişiye “çok kötü görünüyorsun” gibi yorumlardan kaçınılmalı,
– Gidecek zaman iyi seçilmeli, yormadan kısa tutulmalı.
Akrabalık, acıda belli olur. Ve acıya saygı, en derin nezaket türüdür.
✦Hatırlatma
4.3 – Bayramlaşma, Hediyeleşme ve Hatırlama Kültürü: Gelenekten Geleceğe Görgü
Bazı günler vardır ki; takvimdeki yerinden çok, gönüldeki karşılığı büyüktür. Bayramlar işte böyle günlerdir. Ziyaret değil, vuslat; tatil değil, muhasebedir. Birbirimizi hatırlamak için değil, kendimizi unutmamak için fırsattır bayramlar.
Hediyeleşmek ise bir eşyadan çok, bir anlam bırakmaktır karşımızdakine. Ve hatırlamak... Bir mesajla, bir telefonla, bazen sadece bir bakışla bile olabilir. Ama insanı diri tutan, değerli hissettiren, o hatırlanma hâlidir.
Bayramlaşma: Gelenek Değil, Gönül Eğmektir
Bayramda kapı çalmak, sadece misafirliğe gitmek değil; bir gönle dokunmaktır. Ama bu dokunuşun da bir usulü vardır:
– Bayram sabahı, ev büyüklerinden başlanır.
– En yaşlıya gidilir, eller öpülür, hayır duası alınır.
– Ziyaretler mümkünse habersiz değil, belli bir vakte göre ayarlanır.
– Gidilen yerde sofraya ısrarla oturmak yerine, “bizi böyle kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz” denir.
Bazı insanlar bayramda ev gezmelerini gereksiz görür:
Ama unutulmamalıdır: Bayramda ziyaret edilen ev, sadece kapısı açılan bir yer değil; geçmişle olan bağın sürdüğü yerdir.
Bayramda Küçükler, Görgünün Geleceğidir
Çocuklara bayramda verilen harçlık, sadece para değil; bir “anlam”dır. Ama bu anlam, ölçüsüz olursa yozlaşır.
– Çocuğun elini öpmeden cebine para koymak…
– “Oğlum bu yıl sana ne verdiler?” diye yarışa döndürmek…
– “Bizimki 200 aldı, sen 50 mi aldın?” gibi kıyaslara girmek…
Bunlar bayramın ruhunu değil, rekabetin boşluğunu taşır.
Bayramda çocuklara şeker değil; saygı, zarafet, sevgi ikram edilmeli. Ve büyüklerin yanında nasıl konuşulacağı, nasıl dinleneceği, nasıl vedalaşılacağı gösterilmelidir.
Bayram, çocuk için oyun değil; görgü tiyatrosudur. Ve bu oyunun yönetmeni büyüklerdir.
Hediyeleşmek: Eşya Değil, Gönül Vermektir
Bir hediye, sadece alınan bir nesne değil; karşıdakinin hayatında “senin için düşündüm” mesajıdır.
– Zamanında verilmiş bir kitap,
– Kullanabileceği küçük ama işlevli bir eşya,
– Düşünülmüş, anlamı olan bir mektup ya da not…
Bunların hiçbirinde pahalı olma zorunluluğu yoktur. Ama hiçbirinin de gelişigüzel olma hakkı yoktur.
Bir hediye “vermek için verilmiş”se, etkisi de o kadardır. Ama bir hediye “düşünüldüğü için verilmiş”se, ömrü uzun olur.
Hediyeleşme:
– Gösteriş değil, incelik…
– Karşılık beklemek değil, gönül koymak…
– “Benden de bir şey olsun” değil, “sana özel bir şey” hissidir.
Hatırlama Kültürü: Ziyaret Edemesen de Değersiz Hissettirme
Zaman geçer, insanlar uzaklara taşınır, işler yoğunlaşır, ziyaret mümkün olmaz. Ama bir telefon hâlâ çalabilir. Bir mesaj hâlâ ulaşabilir. Bir kart, bir not, bir dua…
Bazen “gitmedim ama seni düşündüm” demek bile yetebilir. Çünkü asıl mesele gitmek değil; “seni unutmuyorum” demenin bir yolunu bulmaktır.
Hatırlamak, ilişkilerin canlı kalmasını sağlar. Ve unutulmayan biri, kendini var hisseder. Bu his, insanların en derin ihtiyacıdır.
Ve görgü dediğimiz şey, tam da bu ihtiyacı nazikçe giderme sanatıdır.
✦Hatırlatma
5.1 – Ciddiyet mi, Mesafe mi? İş Ortamında Nezaketin Dengesi
İnsan hayatının büyük bir bölümü iş ortamlarında geçer. Aynı ofiste, aynı atölyede, aynı masada oturan insanlar… Kimi zaman aile üyelerinden bile fazla birlikte vakit geçirdikleri bu insanlarla, bir “profesyonel görgü dili” geliştirmeleri gerekir.
İş ortamı sadece maaşın kazanıldığı değil; aynı zamanda kişiliklerin sınandığı bir alandır. Bu yüzden iş yerinde davranışlar yalnızca bireysel değil, toplumsal etkiye sahiptir.
Bazı insanlar iş yerinde ciddiyet adına kabalığı tercih eder. Bazıları ise samimiyet adına sınırları aşar. Oysa görgü, ciddiyet ile mesafeyi dengede tutma sanatıdır.
Selamlaşmak, Hitap Etmek, Göz Teması Kurmak
İş ortamında selamlaşmak “formaliteden” ibaret değildir. Yeni güne başlarken bir “günaydın”, ayrılırken içten bir “kolay gelsin”… İnsan ilişkilerinin en sade ama en sağlam bağlarındandır.
Hitap ederken:
– Unvanlara saygı duyulmalı (“Müdür Bey”, “Doktor Hanım” gibi),
– Aşırı samimiyet yerine mesafeli yakınlık tercih edilmeli,
– Eşit pozisyonlardaki kişiler “isim + bey/hanım” şeklinde seslenmeli.
Göz teması, özgüvenli bir iletişimin göstergesidir. Ama dik dik bakmak ya da göz kaçırmak, iletişimi ya baskılar ya da güvensizleştirir.
Görgü burada bir denge unsurudur: “Ben buradayım ama seni de görüyor, dikkate alıyor, saygı duyuyorum” diyebilme biçimidir.
Toplantı Adabı: Söz Almak ve Söz Vermek
Toplantılar, iş yerinde iletişimin topluca denetlendiği alanlardır. Orada gösterilen görgü, sadece yönetime değil, çalışma arkadaşlarına da olan saygıyı gösterir.
– Söz almak için sırasını beklemek,
– Konuşanı kesmemek,
– Katkı sunarken “özgüveni kibirle karıştırmamak”,
– Eleştirirken kırıcı olmamak,
– Not alarak dinlemek…
Tüm bunlar iş görgüsünün yapı taşlarıdır.
Ve en önemlisi: Toplantılarda konuşmak kadar, dinlemek de bir görevdir. Çünkü dinlemeyen bir akıl, çözüm üretmek yerine sadece kendini tekrar eder.
Mail ve Mesaj Görgüsü: Dijital Dilin Nezaketi
İş hayatında e-posta ve mesajlaşma da bir davranış biçimidir.
– Mail'e "Merhaba", "İyi çalışmalar" gibi bir girişle başlamak,
– Hitapta isim ve unvanı doğru kullanmak,
– Kısaltmalardan kaçınmak (“tmm”, “slm” gibi),
– Noktalama ve yazım kurallarına dikkat etmek…
Bu detaylar bazen “önemsiz” görülür. Ama aslında karşı tarafa verilen değeri gösterir.
Mailin sonunda “saygılarımla” demek, sadece bir kalıp değil; ilişkiyi ölçüyle kapatmaktır. İletişimdeki incelik, iş disiplininin de aynasıdır.
Samimiyetin Sınırı: Mizah, Şakalaşma, Özel Alan
İş arkadaşlıkları zamanla dostluğa dönüşebilir. Ancak bu dönüşüm “her ortamda her şeyi konuşabilirim” rahatlığına ulaşmamalıdır.
– Cinsiyetçi ya da özel hayatla ilgili esprilerden kaçınılmalı,
– Şakalaşma karşı tarafın konforuna göre ayarlanmalı,
– Herkesin mizah anlayışı farklıdır, birinin güldüğü şey diğerini incitebilir,
– İş saatleri dışında da olsa, iletişim hâlâ bir nezaket çerçevesinde kalmalıdır.
İş yerinde insanlar sadece bir görevde değil; aynı zamanda bir duygu alanında bulunurlar. Birinin doğum gününü hatırlamak, bir diğerinin moral bozukluğunu fark etmek, bir hastalıkta geçmiş olsun dilemek…
Bunlar sadece “insaniyettir” demekle geçilemez; profesyonel görgünün ta kendisidir.
✦Hatırlatma
5.2 – Sosyal Ortamlarda Görgü: Dostluk, Tanışıklık, Davet ve Sohbet Kuralları
İnsan sosyal bir varlıktır. Ama sosyal olmak, yalnızca kalabalık içinde bulunmak değil; kalabalık içinde nasıl durduğunu, nasıl konuştuğunu, nasıl dokunduğunu bilmek demektir.
Sosyal ilişkilerde görgü, samimiyetle mesafe arasındaki o görünmeyen çizgidir. Ne iç içe geçmişlikte bunalmak, ne de aşırı resmiyette yabancılaşmaktır mesele… Asıl mesele: Kendin olurken, başkasının alanını da gözetebilmek.
Tanışıklık: İlk İzlenimin Sıcaklığı ve Dengesi
Bir tanışma anı, küçük bir kıvılcımdır. O an doğru yaşanırsa, yıllar sürecek bir dostluk başlayabilir. Ama hoyrat yaşanırsa, daha ilk anda kapı kapanabilir.
– İlk defa tanıştığınız kişiye göz teması kurarak selam vermek,
– Elleri sıkıca değil ama kararlı şekilde sıkmak,
– “Memnun oldum” cümlesini içten söylemek,
– Hemen samimiyete geçmemek ama mesafeyi de soğuk bırakmamak…
İlk izlenim bazen bir ömre mal olur. Bu yüzden tanışıklık anı, insan olmanın estetik giriş kapısıdır.
Kendini tanıtırken kısa ve öz olmak, karşımızdakine de kendini anlatma fırsatı tanımak… Tüm bunlar karşılıklı saygının yapıtaşlarıdır.
Dostluk: Güvenin Yanına Görgüyü Koyabilmek
Dostluk; sıkı bağlar, paylaşılan sırlar, birlikte atlatılan zorluklardır. Ama dostluk, “ne söylesem yeridir” rahatlığıyla yozlaşmamalıdır.
– Dostunun eksiğini yüzüne vurmakla, kırmadan uyarmak arasında fark vardır.
– Birlikte çok şey yaşamış olmak, her konuda yorum yapma hakkı vermez.
– Dostlukta sınır, özgürlüğü kısıtlamaz; ilişkiyi korur.
“Benim en yakın arkadaşım ya, her şeyi söylerim” diyerek yapılan yorumlar bazen en derin yaraları açar. Bir dostu utandıran, alay eden, küçümseyen biri; dost değil, egosunun gölgesinde konuşan bir tanıdıktır.
Gerçek dostluk, saygı içeren samimiyettir. Ve görgü, bu samimiyeti incelikle taşımanın yöntemidir.
Davet ve Katılım: Gitmenin de Gitmemenin de Görgüsü Vardır
Bir davet alındığında sadece gidip gitmeme kararı verilmez; aynı zamanda bir iletişim biçimi kurulmuş olur.
– Daveti geri çevireceksek bunu mümkünse samimiyetle ve nezaketle belirtmek gerekir.
– “Yoğunum” yerine “çok isterdim ama şu sebeple katılamayacağım” gibi içten bir açıklama ilişkiyi korur.
– Katıldığımız bir davette ise mekâna girerken ev sahibini bulmak, selam vermek, mümkünse birkaç dakika teşekkür etmek önemlidir.
Düğün, nişan, doğum günü, mezuniyet gibi sosyal organizasyonlarda şu görgü kuralları öne çıkar:
– Hediye düşünülerek seçilir, kişisel anlam taşımalı, aşırıya kaçmamalıdır.
– Ev sahibini gölgede bırakacak tarzda davranışlardan uzak durulmalıdır.
– Kalabalık ortamlarda yüksek sesli konuşmalar, gösterişe dönük tavırlar görgü ihlalidir.
Gitmek bir tercihse, gitmemenin şekli bir terbiyedir.
Sohbet Görgüsü: Dinlemenin Değerini Bilmek
Sohbet etmek, sadece konuşmak değildir. İyi bir sohbetçi aynı zamanda iyi bir dinleyicidir. Ve iyi bir dinleyici, karşısındakini olduğu gibi kabul edebilendir.
– Birinin sözünü kesmek,
– Sürekli kendinden bahsetmek,
– Anlatılanları küçümsemek,
– Farklı düşünenleri alaya almak…
Bunlar, görünmeyen şiddet biçimleridir. Sohbeti zehirler, ortamı gerer, dostluğu örseler.
Görgülü bir sohbet:
– Konunun merkezini paylaşır,
– Farklı fikre saygı duyar,
– Gerektiğinde susar,
– Gülmeyi abartmaz,
– Kendini üstün gösterme çabasına girmez.
İnsanlar bir sohbeti ne kadar hatırlamazsa hatırlamasın, orada nasıl hissettiklerini hep hatırlarlar.
Ve işte görgü, bu hissin olumlu kalabilmesi için çaba gösterir.
✦Hatırlatma
5.3 – Sosyal Medya ve Görgü: Paylaşmak mı, Sergilemek mi?
Görgü, yalnızca fiziksel ortamlarda değil; artık dijital dünyada da bir ihtiyaç. Çünkü insan, parmak uçlarıyla da kalp kırabiliyor. Bir yorumla… Bir hikâyeyle… Bir paylaşımın altına yazılan küçük bir cümleyle…
Sosyal medya, herkese konuşma hakkı verdi. Ama bu hak, her şeyin söylenebileceği anlamına gelmez.
Paylaşmak; kendini ifade etmektir. Sergilemek ise çoğu zaman “başkalarının tepkisine oynamaktır.” Görgü, bu ikisi arasındaki farkı fark edebilme yetisidir.
Görünmek İhtiyacı, Görgü Yoksunluğuna Dönüşmesin
İnsanlar artık düşünmeden paylaşıyor. Fotoğraflar, videolar, yorumlar, etiketlemeler…
– Bir davetten izin almadan çekilmiş kareyi paylaşmak, – Hasta bir akrabanın görüntüsünü “dua edin” notuyla yayımlamak, – Yoksul birini yardım ediyor gibi gösterip video çekmek, – Çocukları sürekli sosyal medyada sergilemek…
Tüm bunlar, paylaşmak değil; mahremiyeti ihlaldir.
Ve bu ihlal bazen o kadar sıradanlaşır ki, insanlar bunun farkına bile varmaz. Ama görgü, görünmeyeni görme sanatıdır. “Bu paylaşım bir başkasını incitebilir mi?” diye düşünmektir.
Yorum Yapmanın da Ahlakı Olmalı
Sosyal medya demek, yorum demek. Ama herkesin yazabildiği bir ortamda, kimsenin incinmemesi bir tercihten öte, bir erdemdir.
– “Ne kadar çirkin çıkmışsın.” – “Senin gibi biri mi bunu giyer?” – “Böyle fikir mi olur?” – “Sizi zaten hiç sevmemiştim…”
Bu yorumlar, yüz yüze söylemeye cesaret edilemeyecek sözlerdir. Ve cesaretle değil; gizlenmiş öfkeyle yazılırlar.
Görgü, bir fikir beyan ederken kelimenin ağırlığını taşımayı bilmek demektir. Yorum yazmak, hakaret etmek değil; katkı sunmaktır. Yıkmak değil; yapıcı olmaktır.
Tartışma Kültürü: Sessiz Kalmak da Bir Görgüdür
Bir fikir paylaşılır, başka biri karşı çıkar… Sonra bir diğeri sertleşir, hakaret başlar… Ve ortalık bir anda karışır.
İşte sosyal medya bu hâliyle, görgü sınavlarının en çetinidir.
– Fikrine karşı çıkıldığı anda alaycılaşan, – İroniyi hakarete dönüştüren, – Her cümleyi kişiselleştiren, – Tartışmayı kazanılması gereken bir savaşa çevirenler…
Oysa görgü, bazen “susarak korumaktır.” Bazen “haksız olduğunu bile bile konuşmamaktır.” Çünkü asıl zafer, bir haklılık değil; bir zarafettir.
Zamanlama ve Paylaşım Yoğunluğu: Sessizliği Değerlendirmek
Sürekli paylaşan biri, dikkat çekmeyi arzuluyor olabilir. Ama dikkat çekmek ile dikkat dağıtmak arasında ince bir çizgi vardır.
– Sabahın erken saatinde, gecenin bir yarısında paylaşılan içerikler… – Gün içinde her anını paylaşmak… – Takipçi kazanmak adına yapay içerikler üretmek…
Tüm bunlar kişinin kendi sınırlarını olduğu kadar, başkalarının algı sınırlarını da zorlar.
Sosyal medyada görgü, yalnızca ne paylaştığınla değil,ne zaman ve ne kadar paylaştığınla da ilgilidir.
Bazen bir sessizlik, en güzel mesajdır. Çünkü zarafet, gösterişin değil; dozun dengesindedir.
✦Hatırlatma
5.4 – Yardım Etmenin Görgüsü: Gösterişsiz Bir Duruş
Yardım etmek, başlı başına bir erdemdir. Ama bu erdem, doğru bir dille ve zarafetle sunulmadığında, iyilik görüntüsünde bir güç gösterisine dönüşebilir. Oysa gerçek yardım, bir elin verdiğini diğer elin bilmediği ölçüde değerlidir.
Birine fayda sağlamak, onun üzerinde borç duygusu değil; onur korunmuş bir teşekkür duygusu bırakmalıdır. Ve bu, yalnızca niyetle değil; yordamla, yöntemle ve görgüyle mümkündür.
Yardım Etmek, Üstünlük Göstermek Değildir
İyilikte sınır yoktur ama görgüde vardır. Çünkü yardım ederken de bir başkasının mahremiyetine, özgürlüğüne, kişilik alanına saygı duyulmalıdır.
– “Ben olmasam sen ne yapardın?”
– “Bu yardımı unutma, olur mu?”
– “Sana ben kefil oldum, bil bakalım kim sayesinde işe girdin?”
Bu sözlerin ardında iyilik değil; egonun hükmü vardır. Ve böyle bir yardım, alan kişide minnet değil; ezilme hissi uyandırır.
Gerçek bir yardımda ses yükselmez. Göz teması kurulur, kelimeler seçilir, konu mahremiyette kalır.
Çünkü insan, ihtiyacı olduğunda en çok onurunu korumaya çalışır.
Yardım Ederken Anlamlı Olan: Ne Verdiğin Değil, Nasıl Verdiğindir
Birine yardım etmek için büyük şeyler yapmak gerekmez.
– Pazardan dönen yaşlı birinin poşetini taşımak…
– Otobüste ayağa kalkmak…
– Bir arkadaşına sessizce “biliyor musun, bu ay seni ben idare ederim” demek…
İyilik bazen görünmez olur, ama etkisi büyük olur. Ve görgü, bu görünmez iyiliği bir hayat biçimine dönüştürmektir.
– Yardım ederken başkasının yanında söylememek,
– Paylaşırken fotoğraf çekmemek,
– Hayır yaparken tabelaya adını yazmamak…
Bunların hepsi, yardımın onurunu yükseltir.
Yardımda Israr Etmek mi, Geri Çekilmek mi?
Yardım istemek kolay değildir. Ama yardım reddetmek bazen daha da zordur. Bu yüzden ısrar etmek, çoğu zaman iyi niyetle yapılan bir saygı ihlaline dönüşebilir.
– “Al şunu, kırma beni!”
– “Ben kabul etmeden rahat etmem!”
– “Yok diyorsan gönlüm kırılır!”
Bunlar, vermek isteyenin niyeti güzel olsa da, karşı tarafın duygusal alanına müdahaledir.
Görgülü bir yardım teklifinde:
– Karşı tarafın durumu gözlemlenir,
– Yardım “emrivaki” değil, “teklif” olarak sunulur,
– Israr yerine açık kapı bırakılır: “Eğer ihtiyaç olursa her zaman buradayım…”
Bazen yardım, o an değil, doğru zaman beklenerek yapılır. İşte bu da bir görgüdür.
Yardımın Gösterişe Dönüşmemesi: Sosyal Medyada İyilik Tehlikesi
Bugünün en yaygın yardım görgüsüzlüklerinden biri, iyiliğin fotoğraflanmasıdır.
– Bir çocuğa kitap verilir, fotoğraf çekilir.
– Bir yoksula yemek götürülür, video kaydı alınır.
– Bir ev yapılır, önünde poz verilir…
Ve tüm bunlar “niyet güzel” denerek meşrulaştırılır. Oysa iyilik, sadece “yapıldığı için değil”, nasıl yapıldığı için de anlam taşır.
Kameraya değil; kalbe bakılarak yapılan iyilik, görgülü bir iyiliktir.
İyilikten reklam çıkaranlar, toplumda samimiyet duygusunu zedeler. Ve bu, yalnızca bireye değil; kolektif ahlaka da zarar verir.
6.1 – Kamusal Alanda Davranış: Benim Sokağım, Bizim Sorumluluğumuz
Sokaklar, parklar, meydanlar, kurumlar, toplu ulaşım durakları… Bunların hepsi, bireyin yalnız başına hareket ettiği ama başkalarıyla birlikte yaşadığı alanlardır.
Ve bu alanlarda sergilenen her davranış, bir toplumsal yankı üretir.
İnsan evinde yalnızken rahat davranabilir. Ama sokağa çıktığında, “ben”in yanı sıra “biz” de vardır artık. Ve “biz”in olduğu yerde görgü, bireysel tercih değil; ortak yaşamın gereğidir.
Toplum Önünde Nasıl Durulur? Nasıl Yürünür? Nasıl Konuşulur?
Bunlar ilkokulda ders olarak verilmedi belki ama bir toplumun medeniyet seviyesi, bu basit sorulara verdiği cevapla ölçülür.
– Kaldırımda karşıdan gelen insanlara yer vermek,
– Telefonla konuşurken çevresine rahatsızlık vermemek,
– Yere tükürmemek, çöp atmamak, yüksek sesle küfretmemek…
Basit ama etkili… Çünkü bir çocuk bunları görerek büyür. Ve her birey, başka bir bireyin eğitimine katkıda bulunur.
Toplum içinde davranmak, sadece kendine dikkat etmek değil; başkasının alanına zarar vermemektir.
Görgü burada bir “engel” değil; aksine bir yol açıcıdır.
Trafik Görgüsü: Yol Verirken Medeni Kalabilmek
Trafik, modern şehirlerin en sinir bozucu alanlarından biri… Ama aynı zamanda en net karakter testi.
– Sinyal vermemek,
– Trafikte kadın sürücülere küçümseyici bakışlar atmak,
– Yol verene teşekkür etmemek,
– Korna çalmakla öfke göstermek arasındaki farkı ayıramamak…
Tüm bunlar bir ehliyet meselesi değil; bir görgü meselesidir.
Trafikte medeni olmak:
– Başkasının acele edebileceğini fark etmek,
– Yanlış yapan birini yargılamadan çözüm aramak,
– “Ben haklıyım” derken “insaniyim” demeyi unutmamaktır.
Ve belki de en önemlisi: Bir çocuk arka koltuktan sizi izliyorsa, siz sadece araba sürmüyorsunuz; bir insanlık dersi veriyorsunuz.
Kurumlarda Beklemek, Hizmet Almak: Sabır ve Saygı Dersi
Nüfus müdürlüğü, hastane, belediye binası, PTT… Bu yerler sadece hizmet alınan değil; insan kalitesinin sergilendiği sahnelerdir.
– Sırada beklerken önüne geçmeye çalışmak,
– Memura bağırmak, şikâyetini küfürle dile getirmek,
– Diğer vatandaşlara karşı alaycı ya da küçümseyici davranmak…
Tüm bunlar, toplumun görgü hafızasında kara lekedir.
Oysa medeni olmak:
– Hakkını sessizce arayabilmek,
– İtiraz ederken nezaketle konuşabilmek,
– Sorun yaşandığında ilk refleksin saldırı değil; anlama çabası olmasıdır.
Devlet dairesi, insanın sabrını sınayan yer değil; insanın kişiliğini gösterdiği yerdir.
Toplumsal Taleplerde Görgü: Protesto, Tepki, Eleştiri
Demokrasi, fikir beyan etme özgürlüğüyle güçlenir. Ama bu ifade biçimi, başkalarının sınırlarını aşmadan kullanıldığında anlamlıdır.
– Bir hakkı savunmak için bağırmak değil;
– O hakkı başkasına da savunma hakkı tanımaktır medeni davranış.
– Sokakta protesto yapmak demokratik bir haksa,
– O protesto sırasında başkasının yolunu kesmek, çöp atmak, zarar vermek bu hakkı gölgeleyen bir davranıştır.
Eleştiri yapılabilir, yapılmalıdır. Ama eleştirinin tonu, kelimesi, zamanı; görgüyle yoğrulmamışsa yalnızca öfke olur.
Söz doğru olsa bile, dil yanlışsa insan incinir. Ve bu incinme, zamanla ayrışmayı doğurur. Görgü; birlik için, sözümüzün şekline dikkat etmektir.
6.2 – Seçim Dönemlerinde ve Siyasi Tartışmalarda Görgü
Seçim dönemleri, bir milletin kendi geleceğini konuşma zamanlarıdır. Ama çoğu zaman bu konuşmalar, hakaretle, öfkeyle, hatta düşmanlıkla sonuçlanır.
Sanki bir partiyi ya da adayı desteklemek, aynı zamanda karşı tarafa düşman olmakmış gibi yaşanır. Oysa gerçek demokrasinin ölçüsü, herkesin aynı fikirde olması değil; farklı fikirdeyken birbirine saygı gösterebilmesidir.
Ve bu saygı, sadece hukukla değil; görgüyle korunur.
Fikre Saygı, Kişiliğe Saldırıya Dönüşmemeli
Birini bir fikrinden dolayı eleştirebilirsiniz. Ama o fikri taşıyan kişiye hakaret edemezsiniz.
– “Sen hâlâ bunlara mı inanıyorsun?”
– “Siz zaten anlamazsınız!”
– “Bunlara oy veren herkes cahil!”
– “Böyle düşünüyorsan seninle arkadaşlığım biter!”
Bu cümlelerin hiçbirinde fikir savunulmaz. Sadece ego büyür, empati küçülür.
Görgü, bir görüşü beğenmesek bile onu taşıyan kişiyi insan olarak görmeye devam etmektir. Çünkü kişi, fikirden büyüktür. Ve saygı, fikirle değil; kişilikle verilir.
Ailede, Sokakta, Sosyal Medyada Siyaset Konuşmak: Nerede Durmalıyız?
Siyaset elbette konuşulmalıdır. Ama her ortam, her duygu hâli, her kişi bu konuşmaya uygun olmayabilir.
– Aile sofrası siyaset tartışmasının zemini değildir.
– Tatilde, düğünde, doğum gününde siyaset açmak çoğu zaman huzuru bozar.
– Sosyal medyada paylaşım yaparken, karşı görüşten kişileri aşağılamak ilişkileri çürütür.
Bir konu hakkında konuşmak ile konuşma aracılığıyla duygu boşaltmak aynı şey değildir.
Görgü, o farkı hissetmek ve buna göre davranmaktır.
Tartışma Değil, Düşmanlık Kültürü: Seçim Öncesi Dili Nasıl Zehirler?
Seçim dönemlerinde dil değişir. Birden herkes ya "bizden" ya da "karşı taraftan" olur. Bu dil zamanla aileleri böler, arkadaşlıkları koparır, komşulukları çürütür.
– “Sen onlara oy verdin diye sana güvenemem.”
– “Bizim mahallede kimse şöyle düşünmez!”
– “Senin zihniyetin yüzünden bu ülke bu hâlde!”
Bu tür cümleler, bir milleti parçalayabilecek kadar güçlüdür. Çünkü sadece bir görüşü değil; insanları hedef alır.
Görgü, seçim döneminde de ölçüyü korumaktır. Ne desteklediğimizden utanmak, ne de karşıtına saldırmak…
Olgunluk, kendi düşüncesini savunurken başkasının insanlığına halel getirmemektir.
Siyasi Reklamlar, Propagandalar ve Sessiz Saygı
Seçim dönemlerinde sokaklar afişlerle dolar. Hoparlörlerden şarkılar çalınır. Balkonlara bayraklar asılır. Ama bazen bu gösteriler başka bir yaşam alanını işgal eder.
– Erken saatlerde yüksek sesli propaganda yapmak,
– Başkasının duvarına izinsiz afiş asmak,
– Sokak ortasında konuşma yaparken yol kapatmak…
Bunlar sadece yasal değil; görgü açısından da sorunlu eylemlerdir.
Siyasi ifade özgürlüğü, başkasının huzurunu bozmamalıdır. Çünkü oy istemek başka, rahatlık çalmak başkadır.
7.1 – Yas, Kayıp ve Taziye: Sessizliğin Görgüsünü Taşımak
Bir ölüm haberi gelir. Sessizlik olur önce. Sonra derin bir iç çekiş… Ve ardından cümleler kurulur. Ama o cümleler, kimi zaman teselli yerine daha derin yaralar açar.
İşte görgü burada devreye girer. Çünkü kayıpla baş başa kalan biri, akıl değil; hissiyatla yaşar. Ona ulaşacak her söz, her bakış, her davranış ölçülü olmalıdır.
Taziyeye Gitmek, Varlıkla Teselli Vermektir
Taziye bir zorunluluk değildir. Ama oraya gitmek, sadece kaybedilen kişiyi değil; geride kalanı da yalnız bırakmamaktır.
– “Allah sabır versin” demek yeterlidir çoğu zaman.
– Yanına oturmak, sessizce durmak, varlığıyla destek olmak…
– Uzun konuşmalardan, sorgulayıcı cümlelerden, “şimdi ne yapacaksın?” gibi sorulardan uzak durmak gerekir.
Çünkü acı, konuşularak değil; hissedilerek paylaşılır. Görgü burada, kelimesiz bir duruşun zarafetidir.
Ne Söylenmeli, Ne Asla Söylenmemeli?
İyi niyetle kurulan ama yanlış zamanda yanlış etki yaratan cümleler vardır:
– “Kurtuldu, daha iyi oldu belki.”
– “Senin için güçlü kalmalısın.”
– “Hepimiz öleceğiz sonuçta.”
– “Daha gençsin, hayat devam ediyor.”
– “Çok ağlama, rahatsız olur…”
Bu sözlerin ardında bazen teselli çabası, bazen çaresizlik vardır. Ama acıyı yaşayan kişi için bu sözler, duyulmak değil; duyulmamak istenen şeylerdir.
Görgü, cümle kurma zorunluluğunu değil; gönül taşıma hassasiyetini öğretir.
Taziye Evi Adabı: Kalabalıkta Zarafeti Kaybetmemek
– Taziye evine girerken sessizce girilir.
– Yiyecek ve içecek ikram edilirken ısrardan kaçınılır.
– Kahkaha, yüksek ses, alaycı sohbet kesinlikle kaçınılması gereken şeylerdir.
– Taziye süresince “kim ne getirdi, kim ne yaptı” gibi konuşmalar ilişkilere zarar verir.
Bazı insanlar oraya “görünmek” için gider. Bazıları ise gerçekten paylaşmak için… Farkı taziye sahibi anlar. Ve o an fark edilen şey sadece kimliğiniz değil; görgünüzdür.
7.2 – Hastalık, Yorgunluk ve Duygusal Kırılganlıkta Görgü
Birinin hasta olduğunu öğrendiğimizde içgüdüsel olarak “geçmiş olsun” deriz. Ama asıl mesele o kelimenin hangi tonda, ne zaman, nasıl söylendiğindedir.
Görgü; sadece iyi dilek sunmak değil, ihtiyacı sezebilmektir.
Ziyaret Zamanı ve Süresi: İyilik Niyetiyle Yorgunluk Vermemek
Bir hasta ziyareti; niyet güzelse de, doz aşımıyla yorucu hâle gelebilir.
– Uzun süre kalmak,
– Yanında yüksek sesle konuşmak,
– “Sen hâlâ düzelmedin mi?” gibi kırıcı cümleler kurmak,
– İyileşememe nedenlerini sorgulamak (“şunu yemedin mi, bunu denemedin mi?”)…
Bunlar farkında olmadan, moral kıran davranışlardır.
İyi bir ziyaretçi:
– Önce zamanlamaya dikkat eder.
– Kısa kalır, fazla konuşmaz.
– Hastayı dinler, ama konuşturmaz.
– Öneri sunmaz, ama dua eder.
Ziyaret bir "denetim" değil; bir destek anı olmalıdır.
Yorgun İnsanlara Yaklaşmak: Hâline Alan Tanımak
Yorgunluk her zaman fiziksel değildir. Bazen bir annenin suskunluğu,
Bazen bir çalışanın göz altındaki morlukları,
Bazen bir öğrencinin derse ilgisizliği…
Tüm bunlar “kendi hâline bırak” denilerek geçilmemelidir. Ama “niye böylesin?” gibi sorgularla da baskılanmamalıdır.
Görgülü bir insan şunu hisseder:
“Şimdi soru değil, destek zamanı.”
“Şimdi konuşma değil, var olma zamanı.”
“Şimdi düzeltme değil, dinleme zamanı.”
Bir bardak su, kısa bir mesaj, nazik bir susuş… Bunlar, yorgun bir ruha gösterilen en zarif ilgi biçimleridir.
Duygusal Kırılganlık: Görünmeyeni Sezebilmek
Bir insan hastalanmadan da incinebilir.
– Yeni boşanmıştır…
– Bir yakınını kaybetmiştir…
– İşini kaybetmiştir…
– Kendini değersiz hissediyordur…
Ama gülümsüyordur, “iyiyim” diyordur, hayatına devam ediyordur. İşte tam da burada görgü devreye girer. Çünkü görgü, sadece görünenle değil; sezilenle de ilgilenir.
– “Ben buradayım, bir şeye ihtiyacın olursa…” demek,
– “Seni düşündüm, nasılsın?” diye mesaj atmak,
– Onu anlatmaya zorlamadan, yanında durmak…
Bazen en güçlü destek, söylenmeden var olan destektir. Görgü, bunu mümkün kılar.
7.3 – Ayrılık, Boşanma ve Dağılmış İlişkilerde Görgü
Bir ilişki başladığında herkes yanınızdadır. Ama bittiğinde çoğu insan uzaklaşır… Ya da “taraf olur”, “haklı arar”, “dedikoduya çeker”, “sorgular”. Oysa bir ilişkinin bitişi; bir başarısızlık değil, bir sınavdır. Ve o sınavı kazananlar; sadece taraflar değil, etrafında duranlar da olabilir.
Boşanma, ayrılık ya da bir dostluğun kopması… Her biri hayatın olağan, ama ağır süreçleridir. Ve bu süreçlerin en önemli ihtiyacı, zarafettir.
“Ne Oldu?” Dememek de Bir Görgüdür
Bir çift ayrılmışsa,
Bir dostluk bitmişse,
Bir ortaklık son bulmuşsa…
Hemen şu sorular gelir:
– “Ne oldu da böyle oldu?”
– “Kim suçlu?”
– “Aldatan kimdi?”
– “Sen mi terk ettin, o mu?”
Bu sorular, çoğu zaman meraktan çok, egoya hizmet eder. Ve kırık bir gönle tuz basar.
Görgü; merak etmek değil, merhamet etmektir. Birinin hayatındaki dönüşümle ilgili bilgi toplamak değil, hissettiğini sezerek yanında olabilmektir.
Taraf Tutmak Yerine Sessiz Duruşta Kalabilmek
İlişkiler bittiğinde, çevre genellikle taraf olur.
– “Ben başından beri seni daha haklı görüyordum.”
– “Zaten o hiç sana göre değildi.”
– “Senin gibisini nasıl bıraktı, anlamıyorum!”
– “Demek ki senin de bir kusurun varmış…”
Bu cümlelerin hepsi, iyi niyetli gibi görünse de aslında yargıdır.
Ayrılık yaşayan birinin ihtiyacı suçlu ya da masum ilan edilmek değil; insan kalabilmektir. Ve bu insaniyeti korumak için çevrenin ilk görevi: karışmadan yanında kalabilmektir.
Boşanma Sürecinde Çocuklar: Tarafsız Görgü En Büyük Destektir
Boşanmanın en hassas boyutu, çocuklardır. Ve en çok da büyüklerin dilinden zarar görürler.
– “Annen seni bırakıp gitti.”
– “Baban artık başka birini seviyor.”
– “Ben olsam böyle babayı silerdim.”
– “Böyle anneye ne denir ki!”
Bu cümleler çocukta sadece kalıcı duygusal hasar değil, karışık bir adalet anlayışı doğurur.
Oysa çocuk için önemli olan:
– Kimin haklı olduğu değil,
– Her iki ebeveynin de değerini kaybetmemesidir.
Boşanma sürecinde en görgülü davranış: çocuğa, onun sormadığı şeyi açıklamaya çalışmamak, ama hissettiğinde yanında olabilmektir.
Eski İlişkilere Saygı: Geride Kalanı Hor Görmemek
Toplumda şöyle bir alışkanlık vardır: Bir ilişki bittiğinde, eski olan küçümsenir.
– “Demek ki o kadar da iyi biri değilmiş.”
– “Zaten baştan belliydi.”
– “Keşke dinleseydin beni.”
Oysa geçmişte bir dönem sevilmiş birine saygı göstermek, kendi duygularına da saygı göstermektir.
Bir ilişkinin bitmesi, o kişinin değersiz olduğunu göstermez. Bitmiş bir ilişki hakkında kötü konuşmak, sadece geçmişi değil; kendimizi de küçültür.
7.4 – Afet ve Toplumsal Kriz Anlarında Görgü: Yardımda Zarafet, Dayanışmada Ölçü
Bir afet olduğunda insanlar ikiye ayrılır: Koşanlar ve seyredenler. Ama koşanlar arasında da iki tür vardır: Gerçekten yardım edenler… Ve yardım ettiğini göstermek isteyenler…
İşte bu ikisini birbirinden ayıran şey: görgüdür.
Yardım Etmenin Gösterişten Arındırılması
Afet bölgelerine yardım götürmek büyük bir erdemdir. Ama bu yardım, kamera önünde yapılan bir törene dönüşüyorsa, orada vicdan değil; ego büyür.
– “Biz geldik, nerede yardım yapılacak?”
– “Kaç kişiye yardım ettiğimizi yazalım, paylaşalım.”
– “Şu kolileri bizim vakfın logosuyla gönderin.”
– “Video çekerken ağlayan biri olsun, daha etkili olur.”
Bu cümleler, kalpten gelen yardımı değil; yarayla poz veren bir kibri temsil eder.
Afet yardımı:
– İsimsiz yapılmalı,
– Paylaşılmadan ulaştırılmalı,
– Verilen kişiye değil, onuru korunan insana yönelmeli…
Yani yardım edilen değil, yardımın tarzı konuşulmalı.
Afet Bölgesinde Görgü: Saygı, Sabır ve Sükûnet
Bir afet bölgesinde en çok ihtiyaç duyulan şey yardım değildir. Önce düzen, sonra dayanışma gelir.
– Bağırmadan konuşmak,
– Kaygıyla hareket eden insanlara karşı anlayışlı olmak,
– Yardım sıralarında adaletli davranmak,
– Yetkili görevlilere saygı göstermek…
Bu basit ama etkili tutumlar, afet bölgesinde umut kadar değerlidir.
Unutmamak gerekir: Bir tabak çorba, iyi niyetli olabilir. Ama o çorba bağırarak dağıtılıyorsa, değeri azalır.
Afet bölgesinde görgü, sadece ne verdiğinizle değil; nasıl durduğunuzla ölçülür.
Felaketi Malzeme Yapmamak: Siyaset, Ticaret ve Sosyal Medya Görgüsü
En büyük görgü hatalarından biri, bir felaketi kendi ajandasına alet etmektir.
– “Bakın biz varken işler nasıl yürüdü.”
– “Rakiplerimiz yardıma geç geldi, biz ilk bizdik!”
– “Felaketi görmeyen kördür, bizim çözümümüz şudur.”
– “Yardım kampanyası başlattık, aşağıdaki linkten bize destek olun!”
Bu ifadeler yardım değil; reklamın kıyısından dolanan yaklaşımlardır. Ve kriz zamanlarında reklam kokan her davranış, insanların güvenini sarsar.
Görgü; afeti kişisel, ticari ya da siyasi çıkar alanına taşımamayı öğretir. Çünkü orada acı vardır. Ve acının üzerinde yürünmez; yanında durulur.
Kriz Dönemlerinde Halkın Sesi Olmak: Bağırarak Değil, Duyarak
Bir kriz anında sosyal medya üzerinden, kamuoyu oluşturmak mümkündür. Ama bu, şu bilinçle yapılmalıdır:
– “Ben çözüm sunuyor muyum, yoksa sadece öfke mi yayıyorum?”
– “Yazdığım şey, birini harekete geçirir mi yoksa umutsuzluğa mı iter?”
– “Paylaştığım görüntü bir yardım çağrısı mı, yoksa felaketten bir drama mı çevrilmiş?”
Görgü, burada etikle iletişimi birleştirir. Kriz döneminde ses yükseltmek yerine, duyarlılığı yükseltmek gerekir.
7.5 – Psikolojik Destek, Empati ve Sessiz Dayanışma
Bir insan ağlamıyorsa, üzülmüyor demek değildir. Bir insan “iyiyim” diyorsa, iyi olduğu anlamına gelmeyebilir. Bir insan konuşmuyorsa, yalnız kalmak istemiyordur belki de… Bazen sadece “orada olmanız” yeterlidir.
Görgü; birinin duygusal yükünü taşımak değil, o yükü taşırken yalnız olmadığını hissettirmektir.
Destek Olmak: Tavsiye Değil, Alan Açmak
Bir yakınınız zor bir dönemden geçerken ilk içgüdünüz şudur: “Tavsiye vermek.”
– “Şöyle düşün, toparlanırsın.”
– “Ben olsam bunu yapardım.”
– “Artık düşünme, takılma bu kadar.”
– “Haydi kalk dışarı çık, geçer.”
Ama duygusal kırılganlık yaşayan birine verilecek en büyük destek: çözüm değil; alan açmaktır.
– “İstersen dinlerim.”
– “Şu an yanında olmak istedim.”
– “Birlikte susabiliriz.”
Bu cümleler, en az “geçmiş olsun” kadar şifalıdır.
Görgü, birini iyileştirmeye çalışmak yerine, onun yanında sükûnetle durabilmektir.
Empati: “Ben de yaşadım” Demeden Anlayabilmek
Empati çoğu zaman “ben de yaşadım” cümlesiyle başlar. Oysa gerçek empati, benzerlik kurmakla değil; ben olmadan da onu anlamaya çalışmakla mümkündür.
– “Biliyorum çok zordur.”
– “Senin yerinde olmasam da yanında olmak isterim.”
– “Sana özel bir şey bu, nasıl istersen öyle hisset.”
Empati, “senin duyguna saygım var” demektir. Ve bu, duyguya müdahale etmeden onunla birlikte yürüyebilmek demektir.
Sessiz Dayanışma: Görülmeyen En Büyük Destek
Bazen hiçbir şey yapamazsınız. Ama işte o anlarda yapabileceğiniz en değerli şey: orada olmak.
– Uzaktan bir mesaj,
– “Yanındayım” demek,
– Paylaşmadan bir şeyler göndermek,
– Kalabalık etmeden yoklamak…
Sessiz dayanışma; insanların duygularını özgürce yaşayabilmeleri için bir koruma alanı oluşturmaktır.
Ve bu dayanışma, hiçbir zaman "görünmek" istemez. Ama her zaman "hissedilir."
8.1 – Görgüyü Aktarmanın En Etkili Yolu: Örnek Olmak
Görgü, genetik değil; öğretimle aktarılan bir değerler bütünüdür. Ama bu aktarım sadece “öğüt vermekle” olmaz. Çünkü yeni nesil, duyduğu değil; gördüğü şeyle öğrenir.
Bugünün çocukları, gençleri; eski nesillerin yaşamadığı kadar hızlı, dijital, karmaşık ve bireysel bir dünyada büyüyor. Ve bu dünya içinde görgü, bazen “demode”, bazen “gereksiz” gibi algılanıyor. Ama gerçek şudur: Görgü, modası geçen bir gelenek değil; zamana göre biçim değiştiren bir insanlık zırhıdır.
Öğüt Yerine Örnek Olmak: Modelleyerek Aktarmak
Çocuklar şunu yaparak öğrenmez:
– “Misafire ayağa kalk!”
– “Yemekte ağzını kapat!”
– “Büyüklerle böyle konuşulmaz!”
Çocuklar şunu görerek öğrenir:
– Anne çay ikram ederken gülümsüyorsa,
– Baba yorgunken bile “kolay gelsin” diyorsa,
– Abi sofrada herkesi bekliyorsa,
– Öğretmen teneffüste öğrencisinin adını saygıyla söylüyorsa…
Yani görgü, ailede, okulda, sokakta yaşanırken öğrenilir.
Öğretilecek en etkili şey: "Ben böyle yaşıyorum, sen de böyle olabilirsin" mesajıdır.
Dijital Dünyada Görgü: Yeni Neslin Gözünden Dünyaya Bakmak
Çocuklar artık selamı mesajla, ilgiyi emojilerle, saygıyı takip ederek gösteriyor. Bu yeni iletişim dili, eski görgü kurallarını değil; onların özünü koruyarak aktarılmalıdır.
– “Telefona bakarken biriyle konuşma” yerine: “Göz teması kurmak sana daha çok değer kazandırır.”
– “Sürekli fotoğraf paylaşma!” yerine: “Bazı anlar sadece seninle kalsın, kıymeti artar.”
– “Bu müzik çok gürültülü!” yerine: “Müziğini seveyim, başkasını rahatsız etmeden dinlemen daha etkili olur.”
Yeni nesle görgü anlatılırken: yasaklayan değil, yönlendiren bir dil kullanılmalıdır.
Çünkü genç, ikna olmadan davranmaz. Ve davranışı içselleştirmesi için önce örnek, sonra rehberlik gerekir.
Gelenekten Bağ Koparmadan Geleceğe Uyumlanmak
Görgü geçmişe ait bir şey değildir. Ama geçmişteki gibi de aktarılamaz. Bugünün dünyası; sabırdan çok hız, tebessümden çok emojiler, göz teması yerine ekran ışığı taşıyor.
Bu nedenle:
– “Eskiden şöyleydi” diyerek aktarım yapılmaz.
– “Bugün de şöyle olabilir” diyerek uyarlanır.
Mesela:
– Bayramda el öpme geleneği anlatılırken, onun saygı ve dua taşıyan anlamı vurgulanmalı.
– Komşuya selam vermek anlatılırken, bunun aidiyet hissini güçlendirdiği belirtilmeli.
– Sofrada beklemek öğretilirken, bunun birlik duygusu verdiği gösterilmeli.
Görgü, yeniden paketlenmiş ama özünü korumuş bir değer olarak aktarılmalıdır.
Çocuklara Görgüyü Sevdirmenin Yolu: Eleştirmeden Rehberlik
Yeni nesil hatayı yüzüne vurulunca değil; değer gördüğünde düzeltir.
Bu nedenle çocuklara görgü aktarılırken:
– “Ne ayıp!”
– “Böyle davranılır mı?”
– “Senin yaşında biz şöyleydik…” gibi cümlelerden uzak durulmalı.
Onun yerine:
– “Sence böyle yaptığında karşı taraf ne hissetmiş olabilir?”
– “Bir dahaki sefere bunu denemek ister misin?”
– “Sen olsan sana nasıl davranılmasını isterdin?” gibi sorgulatıcı, yönlendirici, katılımcı dil tercih edilmeli.
Çocuklara görgü öğretilmez. Beraber yaşanır.
8.2 – Ailede, Okulda ve Toplumda Görgü Eğitiminin Yeri ve Yöntemleri
Görgü, tek başına öğretilen bir bilgi değil; bir davranış iklimidir. Ve bu iklim; evde, okulda, sokakta, parkta, televizyonda, sosyal medyada… Kısacası çocuğun gözünün değdiği her yerde oluşur.
Bu nedenle görgü eğitimi, yalnızca aileye bırakılamaz. Okulda desteklenmeli, toplumda tamamlanmalıdır.
Ailede Görgü Eğitimi: Duruşla Anlatmak, Dille Korumak
Bir çocuk sabah uyandığında annesinin “günaydın” demesini görmüyorsa,
Sofraya otururken herkes telefonuna gömülüyse,
Babası trafikte sinirlenip bağırması olağanlaşıyorsa…
İşte orada verilen eğitim, farkında olmadan şekillendirici olur. Çünkü çocuk: söyleneni değil; yaşananı kopyalar.
Ailede görgü eğitimi:
– Birlikte yemek yemeyi,
– Karşılıklı dinlemeyi,
– Çocukla birey gibi konuşmayı,
– "Benim çocuğum değil, bir insan" gözüyle bakmayı gerektirir.
Bir çocuğa “ayıp” demek yerine, “Bu davranış karşısındakini nasıl etkiler?” diye sordurabilmek, görgüyü içselleştirme kapısını aralar.
Okulda Görgü Eğitimi: Bilgi Değil, İklimle Öğretim
Görgü dersi belki müfredatta yoktur ama her teneffüs bir derstir. Her öğretmen bir modeldir. Her arkadaş bir ayna…
Okulda çocuk:
– Sıraya girmeyi,
– Başkasına söz vermeyi,
– Dinlemeyi,
– “Teşekkür ederim” demeyi,
– Tartışmadan çıkmayı öğrenir.
Ama bunları kitaplardan değil; öğretmeninin bakışından, sınıfın havasından, okulun duruşundan öğrenir.
Bu nedenle okullarda görgü eğitimi, sadece seminer değil; günlük uygulamalarla yaşatılmalıdır.
– Sabah selamlaşarak derse başlamak,
– Gün sonunda vedalaşmak,
– Öğrenciye söz hakkı verirken göz teması kurmak…
Hepsi birer davranış aktarımıdır.
Toplumda Görgü Eğitimi: Kalabalığın İçinde Kişilik Kazanmak
Bir çocuk, parkta sıraya giren birini gördüğünde,
Markette yaşlıya yer veren birini izlediğinde,
Otobüste bir gencin yer verdiğini fark ettiğinde…
İşte orada sadece bir davranış değil; bir değer öğrenir.
Toplum, görgünün en kalıcı öğretmenidir. Ama bazen en büyük ihmalkârıdır da.
Çünkü yetişkinlerin çoğu, “bizi kim izliyor ki” derken; aslında bir çocuk onları sessizce izlemektedir.
Toplumda görgü eğitimi:
– Kamu spotlarıyla,
– Televizyon dizilerindeki karakterlerle,
– Sivil toplum projeleriyle,
– Belediyelerin bilinçlendirici kampanyalarıyla desteklenmelidir.
Bir çocuğa “görgülü ol” demek yerine, ona görgünün yaşayan örneklerini sunmak, kalıcı iz bırakır.
8.3 – Görgü Kazandırmada Büyüklere Düşen Rol: Örnekliğin Gücü
Toplumun önünde duran, evde sözü dinlenen, okulda dikkatle izlenen, ekranda konuşan, kalemiyle fikir sunan herkes… Bir bakıma, görgü taşıyan ve aktaran kişidir.
Ve bu kişilerin davranışı; tek bir çocuğu değil, bir kuşağı etkileyebilir. Çünkü yeni nesil, bilgiye ulaşmakta zorlanmaz ama değerin kimde olduğunu sezerek öğrenir.
Ebeveynler: Görgüyü Evin Kokusuyla Öğretenlerdir
Bir çocuk, annesinin “afiyet olsun” deyişinden, babasının “hoş geldin” demesindeki samimiyetten etkilenir. Ama daha çok da şunlardan:
Anne baba birbirine nasıl sesleniyor?
Tartışma olduğunda sesler mi yükseliyor, yoksa çözüm arayışı mı başlıyor?
Çocuk bir hata yaptığında bağırılıyor mu, yoksa anlaması için fırsat mı veriliyor?
Evde huzur kadar, görgü de solunur.
Çocuk büyüklerinden yalnızca ne yapılması gerektiğini değil; bir olay karşısında nasıl durulması gerektiğini öğrenir.
Ve bunu sadece konuşarak değil; durup izleyerek öğrenir.
Öğretmenler: Sadece Bilgi Değil, Tavır da Taşırlar
Öğretmen, sınıfta dersi başlatırken “Günaydın çocuklar” dediğinde, bir öğrenciye “senin fikrin nedir?” diye sorduğunda, çocuğun sorusuna “bu da sorulur mu?” demeden yanıt verdiğinde… İşte orada, bilgi değil; saygı aktarımı yaşanır.
Sınıfın en sessiz öğrencisine söz vermek,
Farklı düşünen bir öğrenciyi susturmamak,
Sınıfa sadece “not” değil; “değer” üzerinden yaklaşmak…
Tüm bunlar, bir çocuğun ömür boyu taşıyacağı görgü değerlerini şekillendirir.
Çünkü öğretmen sadece matematik ya da Türkçe değil; insanlık hâli öğretir.
Toplum Önderleri ve Ekran Yüzleri: Görgünün Yeni Sahipleri
Bir sanatçı, siyasetçi, yazar, sunucu… Toplumun önünde olan herkes, “rol model” olduğunu fark etmeden bile etki üretir.
Televizyonda bağırarak konuşan biri,
Sosyal medyada hakaretle cevap veren biri,
Sürekli eleştiren ama hiç yapıcı olmayan biri…
Gençler bu kişilere sadece fikirleri için değil; tavırları için de özenir.
Bu yüzden toplum önünde olanların dili:
Sadece açıklayıcı değil; öğretici olmalıdır.
Yalnızca bilgi veren değil; değer yansıtan olmalıdır.
Bir konuşmacının üslubu, bir yazarın satır arası, bir liderin hitabı… Hepsi genç zihinlerde bir davranış izine dönüşür.
Ve bu izler, zamanla toplumun davranış haritasını oluşturur.
8.4 – Görgü Eğitiminin Eksikliğinde Ortaya Çıkan Toplumsal Sorunlar
Bir toplumun gelişmişliği sadece yollarla, binalarla, teknolojiyle ölçülmez. O toplumun en karışık saatinde, en kalabalık caddesinde, en gerilimli anında insanların birbirine nasıl davrandığıyla ölçülür.
Ve bu davranış, bir anda ortaya çıkmaz. Yıllarca aktarılmayan değerlerin, eksik bırakılan eğitimlerin, “ne olacak canım” denilerek geçiştirilen küçük görgü ihlallerinin sonucudur.
Empati Eksikliği: Başkasının Yerine Kendini Koyamayan İnsanlar
Görgü eksikliği, empati yoksunluğuna dönüşür. Bir çocuğun okulda arkadaşı ağlarken alay etmesi, bir yetişkinin trafikte sıkışan bir araca yol vermemesi, bir komşunun sabahın erken saatinde yüksek sesle müzik açması… Bunların hepsi, “sana ne zarar verdim ki?” düşüncesinin sonucudur.
Oysa asıl zarar, hissedilmeden verilendir. Ve empati, bu zararı önleyen en güçlü iç denetimdir. Ama öğretilmezse gelişmez.
Tahammülsüzlük Kültürü: Herkesin Sinir Ucunda Yaşadığı Toplumlar
Sosyal medya yorumlarında, sokak röportajlarında, trafikte, bankada, eczanede…
İnsanlar her an kavga etmeye hazır gibidir. Çünkü saygı duymadan yaşamaya alışılmıştır. Tahammülsüzlük, sadece kişisel sabırsızlık değil; toplumun ortak yorgunluğu ve görgü eksikliğidir.
Görgü; sinir kontrolü değil, başkasını hesaba katarak davranma becerisidir.
Bu eksik olduğunda:
Tartışmalar çatışmaya,
Fikir ayrılığı düşmanlığa,
Eleştiri hakarete dönüşür.
Aidiyet Duygusunun Zayıflaması: Ortak Alanı Ortak Görmemek
Bir genç çöpünü yere atarken “zaten herkes atıyor” diyorsa,
Bir yetişkin sırada beklemek yerine tanıdığını arıyorsa,
Bir çalışan işyerini kendi evi gibi temiz tutmuyorsa…
Burada yalnızca tembellik değil; aidiyet duygusunun çöküşü vardır.
Görgü eğitimi eksik olan toplumlarda, insanlar yaşadığı yerle gönül bağı kuramaz. Kurmadığı için de o yeri korumaz. Bu da yalnızlaşmaya, kopuşa, dağınıklığa yol açar.
Görgüsüzlükle Normalleşmiş Kaba Kültür
“Ne var bunda canım, ben hep böyle konuşurum.”
“Bizim mahallede herkes böyle davranır.”
“Sen de çok hassassın.”
“İyi niyetle söyledim, alındıysan senin problemin.”
Bu cümleler, görgü eksikliğinin dili değil; kaba davranışın normalleştirilmiş versiyonudur.
Ve bu normalleşme yayıldıkça, toplumda ince ruhlu olmak zayıflık, nazik davranmak yapaylık, sabırlı olmak enayilik gibi algılanmaya başlar.
Oysa olması gereken şudur: Kaba olmak yadırganmalı, görgü övülmeli.
Bu dengenin bozulduğu yerde; toplum sadece hoyratlaşmaz, duyarsızlaşır.
8.5 – Modern Dünyada Görgü Kazanımı İçin Yeni Yöntemler ve Öneriler
Eskiden görgü evde öğrenilirdi. Komşudan geçerdi, öğretmende pekişirdi. Ama şimdi çocuklar bazen sosyal medyadan büyüyor. Arkadaşlığın yerini etkileşim, saygının yerini takipçi sayısı aldı.
İşte bu çağda, klasik görgü eğitimleri yetersiz kalabilir. O yüzden artık daha yenilikçi, kapsayıcı ve etkili yöntemler geliştirmek zorundayız.
1. Kuraldan Çok İlham Veren Anlatımlar Geliştirilmeli
Yeni nesil kuralları ezberlemekten hoşlanmıyor. Ama bir hikâyeye, yaşanmışlığa, örneğe kolayca bağ kurabiliyor.
Bu nedenle görgü anlatımı:
“Yapılmamalı” yerine “neden yapılmalı?”,
“Ayıptır” yerine “insana ne hissettirir?”,
“Eskiden böyleydi” yerine “bugün şöyle yaşanabilir” tarzında kurgulanmalı.
Okullarda, sosyal medyada, TV içeriklerinde kural değil; kıssa anlatılmalı. Yani duygusu olan, sahici, etkileyici içerikler tercih edilmeli.
2. Dijital Platformlarda Görgü İçerikleri Arttırılmalı
Bugünün gençleri YouTube’da, TikTok’ta, Instagram’da yaşıyor. Dolayısıyla bu mecralarda:
“Görgüyle ilgili 60 saniyelik skeçler”,
Kısa animasyonlar,
Etkileyici sözlerle bezeli kısa filmler,
Görgüsüzlüğün sonuçlarını mizahi dille gösteren reels videolar
Son derece öğretici olabilir.
Bu içerikler gençlere; “Nezaket sıkıcı değil, havalı olabilir.” “Saygı gösteren, zayıf değil, güçlüdür.” dedirtecek şekilde hazırlanmalı.
3. Aile Sohbetlerinde Yargılayıcı Değil, Katılımcı Dil Tercih Edilmeli
Ailede görgü aktarılırken:
“Senin zamanında şöyleydi ama bugün ne eksik?”
“Sence bir arkadaşına nasıl davranırsan sana saygı duyar?”
“Sen bir öğretmen olsan öğrencine ne yapmazdın?”
Gibi sorularla interaktif sohbetler yapılabilir.
Bu yöntem: öğreten-öğrenen ilişkisini değil, birlikte gelişme ilişkisini doğurur.
Ve çocuk, görgüyü emir olarak değil, değer olarak kabul etmeye başlar.
4. Görgü “Sosyal Yetkinlik” Olarak Tanımlanmalı
Artık insan kaynakları bile bir çalışanın teknik becerisinden çok iletişim görgüsüne bakıyor. Çünkü bir ekipte sorun çıkaran kişi genelde “bilgisiz” değil; nezaketsiz oluyor.
Bu nedenle görgü; okullarda, iş yerlerinde, kamusal eğitimlerde “21. yüzyıl yetkinliği” olarak tanımlanmalı.
Ve şu sorular sorulmalı:
İnsanlarla nasıl konuşuyorsun?
Yanlış bir durumu nasıl ifade ediyorsun?
Birini incitmeden hayır demeyi biliyor musun?
Bu soruların cevabını verebilen birey; yalnızca kibar değil, topluma değer katan biri olur.
5. Sessiz Etkileşim Alanları Kurulmalı
Her şey konuşularak öğretilmez.
Kütüphanelerde sessizlik panoları,
Parklarda “sıra beklemek saygıdır” yazıları,
Asansörlere konulan küçük nazik uyarılar…
Tüm bunlar hem görsel, hem duygusal mesaj taşır. Ve bu tür yöntemler, fark ettirmeden görgü kazandırır.
Bir çocuk bankta otururken “önce yaşlıya yer ver” yazısını görürse, belki kimse öğretmeden saygıyı deneyimler.
Görgü kazandırmanın en etkili yollarıdır.
8.5 – Modern Dünyada Görgü Kazanımı İçin Yeni Yöntemler ve Öneriler
Bir toplumun en temel ihtiyacı güvense, güvenin temeli de görgüdür. Çünkü insanlar birbirine nasıl davranacaklarını bilirse, birlikte yaşama cesareti gösterirler.
Görgü sadece kibarlık değil, medeniyetin omurgasıdır.
Ve bu omurga güçsüzse:
– Tartışmalar çatışmaya,
– Farklılıklar ayrışmaya,
– Dayanışma rekabete dönüşür.
Gelecekte Görgü Ne İşe Yarayacak?
Gelecek dijital olacak, evet. Ama insanlar hâlâ göz teması kurmak isteyecek.
Gelecek hızlı olacak, evet. Ama biri hâlâ bir diğerinin sözünü kesecek.
Gelecek bireysel olacak, evet. Ama birlikte yaşama zarureti hep var olacak.
İşte bu yüzden görgü, gelecekte şu üç şeyin sigortasıdır:
İnsan onuru
Toplumsal güven
Ortak değerler
Ve bunlar korunmazsa, toplum yalnızca teknolojiyle ilerler; ama karakteriyle çöker.
Görgü, Yeni Toplumsal Sözleşmenin Anahtarıdır
Eskiden toplumlar “geleneksel sözleşmelerle” yaşardı:
– Komşuluk hukuku,
– Aile büyüğüne hürmet,
– Mahalle kültürü…
Bugün ise bu sözleşmeler zayıfladı. Ama ihtiyaç hâlâ aynı: Birbirimizi kırmadan, ezmeden, küçümsemeden yaşamak.
Bu yeni sözleşmenin adı: çağdaş görgü.
Ve bu sözleşme şu ilkelerle yazılır:
– Ne kadar eğitimli olursan ol, saygıda kusur etme.
– Ne kadar haklı olursan ol, ifade ederken sınırı aşma.
– Ne kadar meşgul olursan ol, başkasını göz ardı etme.
Gelecekte birlik, anayasa değil; adab-ı muaşeret bilinciyle güçlenecektir.
Yeni Kuşaklara Değer Kazandıran, Görgüyü Koruyan Toplumlar Öne Geçecek
Gelişmiş ülkeler artık sadece ekonomiyle değil; toplumsal uyumla da değerlendirilmekte.
Ve bu uyum, yasalarla değil; kültürel değerlerle sağlanıyor. Yani:
– Trafikte küfretmeyen,
– Sokakta birbirine yol veren,
– Yardımı sessizce yapan toplumlar yalnızca medeni değil; geleceğe hazır toplumlardır.
Türkiye’nin bu potansiyele sahip olduğu açık. Çünkü bu topraklar, bin yıllık görgüyle yoğrulmuş. Ama artık bu görgü, anı olarak yaşatılmak yerine, gelecek için yenilenmeli.
Birey Değişirse Toplum Değişir
Görgü, önce bireyin aynasında başlar. Kimseyi değiştiremeyiz ama kendimizi örnek kılabiliriz.
Bu kitap belki bir yolculuktu: Hatırlamak, yeniden bakmak, fark etmek ve taşımak… Ama bu yolculuk sadece okumayla değil, yaşayarak tamamlanacak.
Çünkü görgü bir davranış değil; bir duruş biçimidir.
– Görgü, bir toplumun hem belleği hem pusulasıdır.
– Gelecekte güçlü olanlar, yalnızca teknolojiyi değil; nezaketi de taşıyabilenler olacaktır.
– Bireyde başlayan görgü, toplumda güvene, ülkede gelişime dönüşür.
– Bu kitap bir çağrı: Görgüyü yeniden hatırlamaya ve yaşatmaya…
Son Söz – Görgüyle Yaşamak, Görülmeden Yaşatmak
Bazı şeyler vardır ki… Anlatılmaz. Ama yokluğu hissedilir. İşte görgü, onlardan biridir.
Onu fark etmezsiniz çoğu zaman. Ama birisi yüksek sesle konuşunca,
Sırada önünüze geçince,
Teşekkür etmeden masadan kalkınca…
İçinizde bir şey rahatsız olur.
İşte o rahatsızlık, görgünün eksikliğidir. Ve siz farkında olmadan onu ararsınız.
Bu kitap;
– Sadece geçmişin değerlerini anmak için değil,
– Günümüz insanına aynalık etmek için yazıldı.
Bir yargılama değil, bir çağrıdır.
Bir şikâyet değil, bir sorumluluk teklifidir.
Çünkü görgü sadece büyüklerde kalmamalı. Çocuklara, gençlere, şehirlere, sokaklara taşmalı.
Görgü;
– Bir neslin nostaljisi değil,
– Her neslin ihtiyacıdır.
Artık mesele “bunu biliyor muyuz?” değil.
Mesele: “Bunu yaşıyor muyuz?”
Ve daha önemlisi: “Görgüye sahip çıkarak geleceğe nasıl dokunuyoruz?”
Bu kitabı okuyan herkes, bir sofrada, bir sınıfta, bir durakta, bir toplantıda kendini yeniden konumlandırabilir.
Çünkü görgü yeniden başlamayı beklemez. Sadece bir fark ediş yeterlidir.
Eğer bir çocuk, sizin selamınızı duyup kendi selamını düzeltirse…Görgü, büyük laflarla değil; küçük davranışlarla büyür. Ve bu büyüme, hepimizin ortak geleceğidir.
Hatırlamak yetmez… Yaşatmalıyız.“Güzellik, görgüyle yaşandığında anlam kazanır. Şimdi sıra, yaşatmakta. Zaman ayırıp bu satırlara misafir olduğunuz için teşekkür ederim.”
RAFET ÇAĞLAR